Duygu Patlaması ve tepkisizlik ikilemi
Gitgide daha çok uyuşmuş ve tepki versem neye yarar gibi pasifize bir halden, ortaya çıkan sonuçlarla karşılaşınca tüm bu baskılanmış ve köşeye kıstırılmış hislerin duygusal patlamalarına savruluyoruz
Geçtiğimiz hafta gönderdiğim ve sürdürülebilir moda hakkında atıp tuttuğum yazımın sonunda bültenin ulaştığı kişilere, bu konu hakkında okumanın isteyecekleri bir şey olup olmadığını sormuştum. Sonuçta hayatımızda bunca toplumsal sıkıntı varken rahatlamanın bir yolu olarak gördüğümüz şeylerin tek tek elimizden alınıyor oluşundan mutsuz olup bazı konuları görmezden gelmek isteyebiliriz. Bunu sordum çünkü genel olarak okuyucu kitlemin bu konuda ne düşündüğünü gerçekten merak ediyorum. Ben modayı seven, bu alanda çalışan ve stilin çok önemli olduğunu düşünen biri olmakla beraber bu alanın taşıdığı kötücül sonuçlarla bireysel olarak nasıl baş edebileceğimi konuşarak çözmek isteyen biriyim. Açıkçası bugüne kadar hiç bir bülten/makale (ya da adına her ne diyorsak artık) için bir geri dönüş beklentim olmadı, çünkü burda daha çok kendi zihinsel arşivimi bir cevap beklemeden hem kendim hem de fayda sağlayacağı birileri olursa ne mutlu diyerek paylaşıyorum. Bununla beraber arada sırada duyduğum cesaretlendirici ve motive edici yorumlar yanıma kar kalıyor elbette ve insanların bunu birbiriyle paylaşma ihtimaline mutlu oluyorum.
Bu sefer ise bir cevap almak istediğim yazı şimdiye kadar 4,000 kere görüntülenmiş olsa da soruma karşılık 10 kadar kişi bu konuda benimle benzer şekilde hissettiklerini ya da bu konularda öğrenmeye açık olduklarını belirten şekilde dönüş yaptılar. Yani geri dönüş yapan kişi oranı %0,25 diyebiliriz. Ama ben eminim ki aslında çok daha fazla kişi, paylaşmasalar da kendi içlerinde tepki vermiş olmalılar. En azından yazıya kalp bırakan 77 kişi olmuş. Böyle bakarsak bir çeşit geri dönüş yapan kişi oranımız %1,9 a çıkıyor ki hiç fena değil. En azından genel standartlarla uyumlu diyelim, şayet dünyadaki internet kullanıcılarının içerik üreten kişilere olan oranı %1 imiş. İçerik üreticisi derken sadece influencer ya da eğlence içeriği üreten kişilerden bahsetmiyorum. Buna bir restoran ya da otel için google’a yorum yazmak, reddit vb yerlerde fikir paylaşmak, anketlere katılmak, instagramda beğeni yapmak, substack yazısına kalp bırakmak gibi çok daha kapsamlı bir “internette olan biten şeylere katkıda bulunmak” olarak düşündüğümüz zaman, oran bana dehşet verici derecede az geliyor aslında. Neden dehşet verici diyorum, çünkü bu içerikler medya dediğimiz mekanizmayı oluşturuyor ve bu da toplumun bütün bilincini yöneterek ne tür bir bilgiye sahip olacağımıza karar veriyor. Bu güç daha önce tiyatrodaydı, sonra yazılı basın, radyo, televizyon, sinema ve televizyonda… Şimdi ise internet içerikleri tüm kullanıcılarının sadece %1’inin verdiği tepkiler, kafalarından geçen düşünceler, arzu ve isteklerine göre şekillenerek diğer %99’un genel fikri olarak içselleştiriliyor. Bu sebeple dünyada neyi neden gördüğümüz aslında bu küçük ama proaktif kitle tarafından belirlenerek bize azınlık olduğumuz hissini veriyor. Dahice ve dehşet verici evet…
Pasif Gözlemcilik
İnternet öncesi dönemde fikirler yine belirli zümrelerin kontrolü altındaydı zaten. Teknolojiyle beraber anlatım gücü ilk kez kullanıcıların eline geçse de kendimizi bayrağı teslim almış gibi hissetmiyoruz. Hala pasif bir gözlemci olmayı tercih ederek bir yerlerden dünyanın yanmasını izliyoruz aslında.
Bana kalırsa çoğumuzun ilgilendiğimiz şeylere karşı tepkisiz oluşumuzun sebebi bir değişim yaratacak kadar etki sahibi olduğumuzu düşünmememiz. Ya da olan bitenin bizimle alakası olan şeyler olduğuna inanmadığımızdan ötürü dahil olma ihtiyacı hissetmememizden. Ben önce diğerleri ne düşünüyor ona bakayım, sonra kendi kararımı verip uygularım zaten diye düşünüp, şimdi konuşup başıma iş açmayayım diye sosyal bir fobi geliştirmiş olmamızdan. Ya da internet üzerinde, tanımadığımız, yabancı bir kişiyle iletişime geçmeyi saçma buluyor olmamız da olabilir. (Ben bu sonuncudan muzdaribim) Ancak bu davranış ne yazık ki o talep ettiğimiz sükuneti yaratmıyor işte. Aklı başında, mantıklı düşünen, olgun ve ihtiyatlı kişiler arenalardan çekildikçe internet ortamı ve aynı bağlamda offline dünyamız git gide daha uç kesimler tarafından boş bulunup dolduruluyor. Zaten herkesin beynini uyuşturmak için internette olduğu fikri yayılıp bu içerikler daha da çoğaldıkça hepimiz bizden bağımsız olarak gelişen bu sistemin daha çok dışında hissederken buluyoruz kendimizi. Sonrasında tükettiğimiz her şey bu kitlenin yarattığı sesin bir çıktısı oluyor. Biz de gitgide daha çok uyuşmuş ve tepki versem neye yarar gibi pasifize bir halden, ortaya çıkan sonuçlarla karşılaşınca tüm bu baskılanmış ve köşeye kıstırılmış hislerin duygusal patlamalarına savruluyoruz. Bu duygusal patlamalar ya bir alışveriş çılgınlığı, ya durdurulamayan yemek yeme, yüksek alkol vb. içerik tüketimi ya da kimilerinde ağlayarak sosyal medya içeriği oluşturma gibi yerlere gidebiliyor. En azından benim gözlemim bu yönde. Bu durumdaki insanların elinden bu rahatlama mekanizmalarını almak yerine kök sorunu kolayca nasıl çözebiliriz diye düşünüyorum aslında.
Geçtiğimiz haftalarda uzun zamandır izleme listemde olan 1981 yapımı My Dinner with Andre filmini izlerken bu tepkisiz, uyuşmuş ve sıkılmış olan toplum yapısının ne kadar önce eleştirilmeye başlandığını gördüğümde filmin bir kesitini burada da paylaşmak istedim. Tek farkı bize burada patates kızartması, salata ve şarap eşlik ederken onlar et ve şarap tercih etmiş, buyrun sohbete.
Peki bu neden önemli?
İlerlediğimiz çağın daha bireysel ve sınırların daha keskin olacağı bir yer olduğunu biliyorum ancak yine de sosyal açıdan birbirimize olan ihtiyacımızın azalabileceğine inanmıyorum. Türkiye’deki insanların birbirlerine ve hayatın kendisine olan tahammülünün, tükenmişliğin de altında olduğunun herkes gibi ben de farkındayım. İnsanların psikolojik olarak ne kadar sıkıştırıldığı, toplumun çürümüş bir cesede dönüştüğünü ve buna karşı yapılabilen tek şeyin koca koca duygusal tepkiler vermekten ibaret olduğunu gözlemledikçe insan kendini uyuşturmadan bundan nasıl korunabilir diye konuşalım istiyorum. Kaçınılmaz sonuçlara ulaşmadan önce, en basitinden kendi hayatımızda, çoğalmasını isteyeceğimiz bir sosyal etkileşimin var olabilmesi için pes etmeden yapabileceğimiz ne gibi küçük adımlar yaratılabilir düşünmek gerek sanki. Belki kişisel güvenliğin olduğu diğer ülke vatandaşları gibi sokakta birbirimize gülümseyemeyiz ya da otobüs şöförüne, meyve aldığımız market çalışanına teşekkür edemeyiz ama nispeten zarar görme ihtimalimizin daha az olduğu yerlerde örneğin iş arkadaşlarımızı ya da aile bireylerimizi iyi davranışları için takdir edebilir, arkadaşlarımızın hayatlarında verdikleri çabaları görüp övebilir, çok ileri gitmek istiyorsak sırf içimizden geldi diye sevgilimiz olmayan ama sevdiğimiz birine durup dururken çiçek gönderebilir ya da bir kart yazabiliriz. Bunun yaratacağı kelebek etkisine inanıyorum ben.
Gerçek insani duyguların, takdirin, teşekkürün ve bir diğerinin yaptığı iyi ve güzel davranışı fark etmenin toplumun üzerinde ne kadar olumlu bir etkisi olduğunun farkında değiliz ya da bunu çok hafife alıyor gibiyiz. Birinin o gün gülümsemesine sebep olmak kadar büyük bir iyilik yok bazen. Ve etrafımızda takdiri hak eden çok fazla insan, çok fazla işletme ya da değer var, görmek isteyince.
Çoğalmasını istediğimiz ne varsa onu daha fazla ekmesi gereken kişinin yine kendimiz olduğunu unutmadan, kafamızı çevirmeden, başkası yapar nasıl olsa demeden, elimizden gelen en basit şekliyle yapmak bu hayata gerçek bir katkıda bulunmak demek inanın. Bu bazen bir 👍🏻 işareti, bazen bir gönüllü olma işi, bazen maddi bir katkı, bazen de telefonu açıp nasılsın demek bile olabilir. Ne kadar sıkışmış hissetsek de merceği kendi dertlerimizden ayırıp hemen yanıbaşımızda bizimle aynı şeye ihtiyaç duyan birine çevirebileceğimizi ve toplumun tümünü iyileştirme gücümüz olmasa da 1 kişinin ihtiyacını karşılamanın hayata katkısı olduğunu, etrafımızda hiç kimse yoksa kendi kendimize bile gerçek bir aferin sana demenin ne kadar güçlendirici bir etkisi olduğunu öğrenmeliyiz. Birbirimizden aldığımız tek haber birilerinin ne kadar işbilmez, hayırsız, vefasız ya da düpedüz hırsız olduğunu dinlemekse aynı oranda iyi hikayeyi yaymayı da görev edinmeliyiz sanki. Kendimiz ve toplumumuz hakkında anlatılan hikayeleri değiştirme vasfını sadece sanatçılara ya da toplumun kenarına itilmiş ötekilere bırakmak yerine bayrağın bizim elimize de yakışacağını, günlük hayatta kullanabileceğimizi ve bunun bir değer teşkil ettiğini içselleştirebilmeliyiz.
Çünkü biz bu basit hayat gerçeklerinin etkisini azımsadıkça ve birbirimizden uzaklaştıkça gerçek kötülük hiç azımsanmayacak gücüyle birbirini bulmaya ve bizi birbirimizden kaçırmaya devam edecek. Paylaştığım film kesidinde olduğu gibi dünyanın her yerinin bunun bir benzerine dönüştüğünü ve gitmenin bu sistemi değiştirmek için bir çözüm olmadığını idrak ettiğimizde kendi bireysel hayatlarımızda yaratabileceğimiz farklarla insanlara ilham verebileceğimizi düşünüyorum. Bilmiyorum çok mu iyimser bakıyorum…
Bu vesileyle de mesajıyla beni mutlu edip bana yazmış olduğu Kadınlar Markalaşıyor kitabını gönderen ve kadınlara rehberlik ederek bu alanda değişim yaratmayı hedefleyen sevgili Ece Arar’a teşekkür etmek istedim. Umarım her birimiz, bir diğerinin yoluna ihtiyaç duyduğu ışığı getirebiliriz. Belki bunu okuyan birileri de çevresinde takdiri hak ettiğini düşündüğü birine düşüncelerini söyler, başkalarını ondan haberdar eder ya da sadece birine gülümseyerek kapıyı tutar kim bilir…
Peki ben kendimi neyle uyuşturuyorum? Hep kitap hep belgesel mi Nil’cim? Yok tabi bu ara en sevdiğim ve hakettiği izleyici kitleyicisine ulaşmadığını düşündüğüm ya da en azından başkasından duymadığıma şaşırdığım, pozitif, komik ve samimi bir dizi önerisi vereyim hemen. 20’li yaşlarında en yakın arkadaş olan bir erkek ve bir kadının 40’lı yaşlarında hayatları bambaşka yönlere gitse de arkadaşlıklarının çekirdeğinin kalıcılığını sevimli bir şekilde anlatan Platonic, Rose Byrne aşkımı yeniden canlandırdı. Neredeyse oynadığı her karakterle özdeşleşebildiğim (gelinliğime onun eski bir filminde giydiği bir modeli görüp karar vermiştim) komedi dehası bir insan kendisi. Platonic’deki rolüyle bu sefer iyiden iyiye kendimin bir parodisini izliyormuş hissi yarattı, karşısında da Seth Rogen var daha ne olsun. Ben çok sevdim.
Peki güldüren içerikler uyuşturan ve uyuşturmayan diye ikiye ayrılıyor mu sence? Başka bir yazının konusu olsun biraz araştırıp döneyim. Ben günlük beğenimi paylaştım. Aferim bana. Sıra sende ;)
Bu yazıyı beğendiysen hem yukarıda hem de aşağıda bulunan kalp işaretine tıklayarak yazımın daha fazla insana ulaşmasını sağlayabilir ve beni çok mutlu edersin! Ayrıca beğenebileceğini düşündüğün diğer kişilerle paylaşarak bu platformun duyulması ve gelişmesine destek olabilir misin? Bunlardan birini ya da her ikisini de yapabilirsen katkına müteşekkir olurum. Bana her zaman yorumlar aracılığıyla, erturknil@gmail.com ile mail üzerinden ya da instagramda @nilerturk hesabından ulaşabilirsin.
"Peki bu neden önemli" kısmından özellikle etkilendim. Ben seyrek de olsa bir yorum yazıp tepki verdiğimde bu sefer tepkime tepki alamadım diye üzülüyorum. Durup dururken üzülecek bir şey yaratmış oluyorum kendime. Verilen selamın alınmaması gibi geliyor... Yazı, makale ya da her ne ise bu, teşekkürler.
O tek bir deniz yıldızını denize atmayı sürdürelim yani. Filmi de seyredeceğim. Teşekkürler,