Doğru Patates Kızartmasının Peşinde
Bu konuda konuşmaktan çok sıkılmış olsam da ne yazık ki hala konuşulması gerektiğini düşünüyorum.
Bu konuyu her yazayım dediğimde vaz geçiyorum. Vaz geçiyorum çünkü sadece kendimi tatmin etmek için yazacağımı düşünüyorum öyleyse ağlayarak günlüğüme de yazabilirim, neden yayınlıyorum diyip kalkıyorum. Sonra bir şeyler görüyorum ve insanların bu konuda ne kadar bilgisiz olduğunu fark ediyorum ve bildiklerimi anlatmalıyım sanırım çünkü bilmedikleri için doğruyu bildiğini düşündükleri insanlara paralarını kaptırıyorlar yazık diye içimden geçiriyorum… Bir de her ne kadar kalbimin ortasında olsa da buraya moda hakkında hiç yazmıyorum, neden bilmiyorum. Bu konuda konuşmaktan çok sıkılmış olsam da ne yazık ki hala konuşulması gerektiğini düşünüyorum. Evet hızlı moda, alışveriş alışkanlıkları ve sürdürülebilirlik laneti senden bahsediyorum.
Çekincemin sebebi yıllardır bu konuda konuştukça kendimi bu konuda bir yargı makinesi gibi gözükmeden nasıl ifade edebileceğimi bilememem. Çünkü çoğu insan alışverişi bir rahatlama aktivitesi olarak gördüğü için tıpkı bir sigara tiryakisine ‘bırak şu mereti’ demenin pek işe yaramaması gibi birilerine, yahu sen baya yanlış şeyler öneriyorsun, yapıyorsun, alıyorsun demek de çözüm yaratmıyor gibi geliyor bana.
Bir yandan da bu konunun bir trendmiş gibi ele alınıp bilinçli alışveriş, kapsül gardrop, kaçmaz fırsat adı altında bir tüketim paketine dönüştürülmesinden de çok sıkıldım. Aslında gerçekten büyük bir etki uyandıran Lokal Hareket’i başlattıktan kısa bir süre sonra büyük markaların hızlıca bu konularda çaba göstermeye çalışmasına şahit oldum, ama cahiliyet sebepli çabaları daha çok şu yönde oldu. Gerçek kesit, 2020’de yaptığım bir telefon konuşmasını seninle paylaşıyorum
Çok Büyük Marka:
Nil Merhaba,
Yeni sürdürülebilir koleksiyonumuzda seninle çalışmak istiyoruz, ne dersin?
Ben:
Koleksiyonun sürdürülebilirlikle ilgisi hakkında bilgi verir misiniz?
Çok Büyük Marka:
Tabii, ürünler pamuk içerikli ve daha yüksek fiyatlı.
Ben:
Yani sırf sürdürülebilir adıyla pazarlamak için bir de yeni üretim yapıp daha yüksek fiyatlı etiket koyduğunuz için sürdürülebilir olduğunu mu düşünüyorsunuz? Daha az üretmek, gelirinizin bir kısmıyla bu konuda girişimler yapan kurumları desteklemek, üretimleri gerçekleştiren çalışanlara makul ödeme yapıldığından emin olmak gibi konularda adımlarınız var mı?
Çok Büyük Marka:
Eee… Ben bir sorayım.
Cevap yok. Koleksiyonun tanıtımı başka insanlarla yapılır.
Burada üzüldüğüm şey reklamın benimle yapılmamış olması değil yanlış anlaşılmasın, zaten bu gibi pek çok iletişimden sonra piyasadan ürümü (kendimi) tamamen çektim. Birinci sebebi tek başıma markaların başına ekşiyerek bir değişiklik yaratamayacağımın aşikar olması, ikincisi parmak sallayarak bir değişim olacağına da zaten inanmıyor oluşum. Etraf tüm üretimine son hız devam ederken yılda 1 kere minnoş bir kapsül “sürdürülebilir” koleksiyon tanıtımı yapıp, polyester ürüne ipek etiketi yapıştıran koca koca markalarla dolu. Adil davranıp sektörün pisliğinin temizliğini yapmak da küçük lokal markalara kalıyor ve boylarından büyük sorumluluklar altında eziliyorlar. Tekstil dünyasının işleyişini içerden bildiğinde bunun değişme imkanının olmadığını biliyorsun çünkü buralara tek başına 1 günde gelmiş değil. Tekstil sektörü, tüketici denen canavarın talebinin bir sonucu ve mütevazı bir hizmetkarı. Hiç hayır demeden tüketici ne istediyse veren son derece efektif ve iyi çalışan bir mekanizma. Tıpkı Nick Bostrom’ın 2003 yılında yaptığı, yapay zeka düşünce deneyi “paperclip” te olduğu gibi. Bir makineye, senin yapmanı istediğim tek şey ataç üretmek dersen makine önüne gelen tüm engelleri aşarak sadece ataç üretecektir. Fabrika içinde kullanacağı hammadde bittikten sonra önce çevresini, sonra bulunduğu şehri, sonra diğer ülkeleri en sonunda dünyadaki tüm materyalleri tüketip uzaya çıkacak ve orda diğer galaksilerdeki hammaddeleri bulmaya çalışacaktır. Bir makine insanda olan farklı değer yargılarına sahip olmadığı için amacına ulaşmak için ahlaki düşünce becerisinden yoksundur. Bu sebeple suçluyu ataç sektöründe değil, ona ihtiyacı olduğunu düşünen en küçük birim olan insanın kendisinde aramak daha doğru olur.
Suçlu derken?
Bu sefer parmağımı sana ya da önerilerini sevdiğin influencer’a yöneltmiyorum çünkü aslında bu sorunu kişilerin sırtına yükleyerek de çözemeyiz biliyorum. Ama belki tıpkı sağlıklı olmak için ne yediğimize dikkat ettiğimiz, sosyal medyada beynimizi çürütmek yerine bir kitap alıp okumamız gerektiğini bildiğimiz gibi vücudumuzu neyle kapattığımızı da daha fazla önemsemeliyiz. Bu bilgileri markalar bilsin ve bana en iyisini getirsin diye düşünmek yerine bireysel olarak bilgi sahibi olmalıyız diye düşünüyorum. Çünkü biz bilgi sahibi olmadığımızda chatgpt’nin bedavaya sunduğu stil tüyolarını bir kitapçığa koyup kendi bilgisiymiş gibi satan işin sahte uzmanları bir de bu yetersizlik hissimizi sömürmeye başlıyor.
Evet ben de tasarımcı markalarına ait ürünlerin binlerce dolar olmasından, kendilerini hızlı moda markalarıyla bir tutmaya çalışıp renk renk ürün basmalarından ve hızlı moda markalarının eskiden ayıp olan şimdi şans olarak görülen çalıntı tasarımları çöp poşeti materyalleriyle üretip hak etmediği fiyatlar talep etmelerinden çok sıkıldım.
Çoğu insanın hala ihtiyaç odaklı alışveriş yaptığını/yapabildiğini biliyorum. Ya da kendimizi şeker dükkandaki bir çocuk gibi hissettiren birbirinden güzel kıyafet ve aksesuarlarla çevrili olup bunların bütçemize uygun olmasının verdiği hazzın da farkındayım. Beğendiğimiz bir insanın giydiği şeyi alarak onun hayatının bir parçasına sahip olmayı istemek son derece insani ve normal bir duygu, evet. Fakat sıkıntı bunun tekrar edilme sıklığında. Duymaya ihtiyacın varsa söylemek isterim ki HER AY ALIŞVERİŞ YAPMAK ZORUNDA DEĞİLSİN, ya da her hafta, ya da her gün…. Tüm kaderimiz üzerimize giydiklerimize bağlıymış gibi yaratılan baskının insanları çaresiz bıraktığını biliyorum. Denize düşen yılana sarılır misali, kendisini işin uzmanı sayan, hayatını sosyal medyada insan stalklayarak geçirmeyi bir değer olarak görüp insanların kopya bir görüntüye ulaşmasını sağlayan içi boş stil önerileri veren binlerce sosyal medya hesabı mantar gibi etrafımızı sarmış, herkes ekmeğinin peşinde havaya link fırlatmaya devam ediyor. Ben de çaresiz hissediyorum. Ama çarkın içinden nasıl çıkılabileceğini konuşmak istiyorum.
FOMO (kaçırma korkusu)
İnsan türü sosyal bir varlık. Yalnızlığımızı sevsek de benzer zevkleri olan insanlarla bir arada olmak, paylaşmak, bir gruba ait hissetmek bize iyi gelen bir duygu. Kimi insanlar için bu durum kendi kimliğini tanımlayamadığı için kendini, kalabalık olduğu için iyidir diye düşündüğü yerlerde bulmasına sebep oluyor. Hızlı moda da tam böyle bir yer. Kalabalık, çok sesli, herkes için… Bir kimlik sahibi olmanı önemsemeyen ve çıtır gözüken bir patates kızartması gibi. Patates kızartması kırmızı çizgimizdir. İyisinin nasıl olduğunu bildiğin zaman her yerde yiyememeye başlarsın. Herkes sever, her hangi bir yerde karşına çıkabilir, masaya gelince elin gider, yersin, sonra yüzün ekşir yağı bir gariptir. Patatesin yumuşamış, yağı içine çekmiş olduğunu fark edersin. Başkaları için fark etmez, patates der geçer. Sen yediğine pişman olursun. Ama denemekten vaz geçmezsin çünkü başka bir yerde incecik, çıtır çıtır, hafif ve lezzetli olan bir taneye denk gelebilirsin. Kendisini bozmadan önce yiyebileceğin kadar yemek için sürekli oraya gitmek istersin ama eninde sonunda beklenen olur ve o da kötü yağı içine çeken patates kızartmalarına dönüşebilir. Sen de arayışına yeniden başlarsın, ya da tam tersi her şeye rağmen kalitesini değiştirmediğinde hayat boyu süregelecek bir adanmışlıkla onu istemeye devam edersin. Hızlı moda da hem modaya duyarlı olup trendleri uygulamayı seven kişileri, hem de uygun fiyata iyi gözükmek isteyen ihtiyaç odaklı kişileri odağına alan bir tüketim maddesi. Ben de 20’li yaşlarımda bol bol denedikten sonra tıpkı dışardan çıtır gözüküp yağı içine çekmiş tatsız patates kızartmaları gibi olduklarını fark ettiğimde paramı bu ürünlere kaybetmekten vaz geçtim. Artık evde kızartıyorum. Evet yanına şarap ve marul salatası ekliyorum, kıps.
30’lu yaşlarımdaki alışveriş stilim öncelikle kendimi, önem verdiğim şeyleri ve nasıl hissetmek istediğimi anlamaya başladıkça değişti. Öncelikle moda dünyasının sadece sıska, beyaz, sarı saçlı kadın bedenlerini herkesin kolaylıkla giyebileceği siyah, beyaz, bej, gri renkler içerisinde bana sunduğu ve güzellik algısı o şekilde eğitilmiş gözlerimize iyi giyinmiş imajı veren ama tek özellikleri zayıflık olan kişileri kaşık kaşık yedirmeye çalıştığını fark ettim. Ben bu insanların bana sunduğu şeyleri kaçırmış olmakta bir sakınca görmediğimi idrak ederek kafamı kendi ilgimi çeken şeylere yönelttim. Aldığım ürünün bir hikayesi olmasına, kumaşının doğal, kalıbının benim bedenime göre olmasına başkasının logosunu tanımasına değil tasarımının bana çekici gelmesine daha çok önem verdiğimi fark ettim.

Burada örnek verdiğim kişilerin stil sahibi olup olmadığını söylemek değil amacım. Daha çok tek tip bir stil sahipliği varmış ve herkes ona özenmeliymiş gibi yaratılan imajın aksine, stil sadece bu şekilde gözüktüğünüzde ya da bu ürünler ancak size yakışırsa ulaşabileceğiniz bir gizem değil.
Acaba nedir nedir?
Alışverişin onu hak etmiş olmamla, paramın olmasıyla ya da bir şeyi sadece çok beğenmiş olmamla bir alakası olmaması gerek. Çünkü aldığımız her şey hem kendimize hem dünyaya karşı bir yük. Çoğu insan dolaplarının sadece %15’ini giyiyor geri kalanı ise karabasan gibi üzerine çöküyor, çünkü bir başka bedende görüp beğenmiş olmak o ürünü severek giyeceğinin garantisini vermiyor. Bu sefer, fazla düşünmeden sırf ucuz, sırf trend, sırf kendinden çok emin birisi önerdi diye alıp dolapta çürümeye bıraktığımız o ürünler kendimizi daha kötü hissetmemize sebep olan suçluluklar olarak asılı kalıyor. O kadar eşyaya sahip olup hala giyecek bir şeyim yok diye düşünüyorsan alışveriş yaparken tabağını tamamen kötü patates kızartmasıyla doldurmuş olabilirsin.
Özellikle işleri iyice çığırından çıkartan “dupe” yani bizdeki terimiyle çakma ya da muadil kültürü herkesi kopyanın kopyasına dönüştüren bir olgu yarattı. Moda sektörünün içinde olup orjinal tasarımın kime ait olduğunu bilen kişiler hala parasını ayırıp orjinal olan modelin peşine düşse, ya da benim gibi beğenmiş olması o ürüne sahip olması ve o kadar para vermesini gerektirmediğini bilip muadilini almayı da istemeyen kişiler olsa da, modayla çok da alakası olmayan ve açıkçası umurunda da olmayan pek çok kişi, beğendiği influencerda gördüğü bir ürünü çok daha uygun fiyata alıp onun hayatına olan uzaklığını biraz daha azaltmayı bir başarı olarak görüyor. Ya da neyi çoğalttığının farkında bile olmadan kendi parasıyla kendi mahkumiyetini satın alıyor. Sonra bu kopyala yapıştır kültürü içinde pastadan pay kapmak isteyen tüm tasarımcılar da birbirini kopyalıyor ve ortada özgünlük diye bir şey kalmıyor. Herkes birbirinin aynısı gibi görünüp konuştuğunda koskoca bir “Ay her şeyden çok sıkıldım!” toplumu yaratılmış oluyor. Sonuç olarak bu sıkıntıyı çözmek için daha çok tüketimin yolu açılıyor.
Herkesin benim gibi ikinci el ya da vintage alışverişe harcamak istediği bir vakti olmadığını ya da yeni ürün giymek istiyor oluşunu da anlayarak sürekli hızlı modadan alışveriş yapmanın çevreye ve genel olarak insan sağlığına verdiği zararı hiç görmüyormuş gibi davranmanın da artık ayıp olduğunu düşünüyorum. Bu arada bu yazının ulaşacağı insan kitlesinin buna zaten dikkat eden ve özen gösteren kişilerden olduğunu ve etrafı salgın hastalık gibi kaplamış olan bu trendleri takip etme çılgınlığına benim gibi baktığını bildiğim için yazıyı belki de ne hissettiğini biliyorum ve görüyorum demek için de yazıyorum.
Eğer olur da bazen bir anlık zayıflık sebebiyle ihtiyacın olmadığını bildiğin ve sadece çok ucuz ya da sevdiğim biri aldıysa benim de almam lazım gibi bir düşünce ile bir şey almak isteyecek olursan bunu duymak belki yardımcı olur. Çoğu zaman stokları hemen bitecek bir ürünü kaçırmanda hiç bir sakınca yok. Herkesin sahip olduğu bir modelin sende olmaması değerinden hiç bir şey eksiltmiyor. Belki de ihtiyacın olan bir yürüyüş yapmak, bir bankta tek başına oturup etrafı seyretmek, sevdiğin bir arkadaşınla sohbet etmek ya da kalkıp dans etmek olabilir. Eğer kendine iyi gelecek başka şeyler yaptıktan sonra hala bu ürünü almak istiyorsan umarım dolabına, hayatında uzun vadeli yeri olacak ve gerçekten kullanıp faydasını göreceğin bir ekleme yaparsın. Roma bir günde kurulmadı, dolabımızın %15’inden fazlasını giyen biri olmak için sadece sezgisel alışverişi bırakmalı ve kendimizi daha iyi tanıyacak aktivitelere daha çok zaman ayırmalıyız.
Ben lüks markalardan alışveriş yapıyorum zaten.
İşin trajik kısmı satın alma kararlarımızı şekillendiren hayatları gerçekten yaşayan insanlar lüks tüketime orta-üst gelirli insanlar kadar para harcamıyor. Dana Thomas’ın (benim dini kitabım olarak gördüğüm) 2007 yılında yayınlanan ve lüksün tüketim çağında nasıl kaybolduğunu adım adım anlatan Deluxe adlı kitabında, lüks markaların özel dikim müşterilerinin sipariş ettikleri bir ürünü bir ünlünün üzerinde görmeleriyle siparişi derhal iptal ettiklerini ve statülerini bir logo ile aktarma ihtiyacı duymadıklarını anlatıyor. Dana Thomas 2023 yılında verdiği bir röportajda hızlı tüketim ürününe dönüşen ve kalitesi gittikçe azalan tasarımcı markalarından bu ilüzyonu satın alan insanlar için şöyle diyor,
Bugün insanlar lüks bir ürün satın aldığında neye para ödemiş oluyor?
Pazarlama. Ve Bernard Arnault’un muazzam hayat tarzına.
Moda dünyasının hem aykırı hem de ana akım isimlerinden biri olmayı başaran Rick Owens bir kaç gün önce yayınlanan konuk olduğu bir podcastte kendisine sorulan, bir insanın giydiği herhangi bir şey seni ondan soğutur mu sorusuna tam olarak 24.dakikada şu cevabı veriyor.
Birini marka logolu bir çantayla görürsem, bu benim ona olan ilgimi söndürür. Bana dünyadaki değerini göstermeye çalıştığını düşünürüm ve bu yüzden, bunu söylemekten çekiniyorum çünkü orada onaylamadığım bir “onaylamama” duygusu var ama elimde değil. Demek istediğim, eğer kendinizi belirli bir çantayla hizalama ihtiyacı hissediyorsanız, muhtemelen konuşacak çok bir şeyimiz olmayacaktır ama eğer birinin statü bilinciyle ilgisi olmayan kötü bir giyimi varsa bu ilgimi çeker. İnsanların modayı önemsememelerini ve başka öncelikleri olmasını seviyorum.
Gitmeden son bir izleme önerisi vereyim : The True Cost (google' üzerinden araştırırsan farklı izleme platformları bulabilirsin). Bir de Netflix’te bulunan Patriot Act isimli programın Hızlı Moda isimli bölümü yine biraz daha bilgi sahibi olmak isteyenlere önerdiğim harika bir içerik. Bir de o hain patateslere dikkat etmek gerek, o patatesleri gözünden tanıyıp tadına bakmayı bile istememek için o hataya bir kaç kez düşüp doğrusunu öğrenmeli. Öğrendikten sonra da kimse seni kandıramaz, ne ketçap ne mayonez ne trüflü sos kapatamaz o yavan tadı.
Ne dersin sence bu konularda daha fazla konuşmalı mıyım yoksa zaten bunca derdim var bırak bari bu konuda keyfime bakayım mı dersin?
Bu yazıyı beğendiysen hem yukarıda hem de aşağıda bulunan kalp işaretine tıklayarak yazımın daha fazla insana ulaşmasını sağlayabilir ve beni çok mutlu edersin! Ayrıca beğenebileceğini düşündüğün diğer kişilerle paylaşarak bu platformun duyulması ve gelişmesine destek olabilir misin? Bunlardan birini ya da her ikisini de yapabilirsen katkına müteşekkir olurum. Bana her zaman yorumlar aracılığıyla, erturknil@gmail.com ile mail üzerinden ya da instagramda @nilerturk hesabından ulaşabilirsin.
bence tek bir kişi de bile bir aydınlatma yapacaksa, yine de tekrar tekrar konuşulmalı. dediğiniz gibi bence bu mecradaki çoğu insan zaten trendlere göre sürekli tüketim peşinde olanlar değiller, hatta analiz ve keşif seven bizler için ikinci elde ipek güzel bluz ve elbiseler bulmak, onarmak, tamir etmek ve uzun ömürler kullanmak çok daha değerli.
mesela 10 gün sonraki doğum günümde 15 yaşında annemin diktirdiği elbiseyi, 40 yaş doğum günümde tekrar giyeceğim =)
Yazmak istediğimiz her şeyi günlüğümüze yazıp bırakabiliriz ama o zaman nasıl kolektif olarak “ay evet oh be” diyeceğiz? Tam da bunlar dedirtti bana bu yazın. Ve hayır, o yazıdaki görsel sadece senin miden kalkmıyor… Kalemine, klavyene sağlık.