Kadın Kahramanın Yolculuğu - Bölüm 1
Kadınların yaşamları erkeklerinkinden farklı bir mitolojiye sahiptir. Başarıyı, tatmini veya memnuniyeti Kahramanın Yolculuğu’nun kilometre taşlarıyla ölçtüğümüzde kim olduğumuzu inkar ediyoruz.
İlk basımı 1990 yılında gerçekleşen The Heroine’s Journey (Kadın Kahramanın Yolculuğu) Joseph Campbell’ın kült eseri The Hero’s Journey (Kahraman’ın Yolculuğu) kitabının, kadın olma deneyiminin getirdiği zorluklardan bahsetmeyen bakış açısı ve yolculukta olan ana kahramanın bir erkek, yardımcılarının ise kadın olduğu varsayımı üzerine yazılmış olması sebebiyle, yolculuğa kadın deneyimini dahil etmeyi amaçlamış ve kendisi de kült olmayı başarmış bir kitap. Kitabın 30 yıl sonraki yeniden basımının önsözünde yazar Maureen Murdock şöyle diyor
Kadınların yaşamları erkeklerinkinden farklı bir mitolojiye sahiptir. Başarıyı, tatmini veya memnuniyeti Kahramanın Yolculuğu’nun kilometre taşlarıyla ölçtüğümüzde kim olduğumuzu inkar ediyoruz. O zamanlar kadınların, bize ve kadınsı değerlere karşı önyargının kendi eksikliklerimizden ziyade toplumun genelinden kaynaklanan bir güç olduğunu anlamalarını istiyordum. Otuz yıl sonra hala bu arketipik cinsiyet stereotipiyle karşı karşıya kalacağımızı hayal bile edemezdim. Dünyayı eril bir perspektiften gören bir toplumda yaşadığımız için, birçok kadın hala kendilerine daha az olduklarını söyleyen ataerkil sesi içselleştiriyor. Sonuç olarak, pek çok kız çocuğu kendini görünmez hissediyor, doğuştan dişi olarak atanarak bebeklikten itibaren aşağılanıyor ve tam potansiyellerini geliştirmekten caydırılıyor. Ve mevcut siyasi iklimde, kadınların üreme haklarına yönelik yadsınamaz bir saldırı var.
Poor Things
Filmini izleyip de sağlam bir darbe yemiş gibi hissetmemek mümkün değil galiba. Filmin ilk sahnesinden itibaren -ki burada kadın kahramanı yetişkin bedeninde bir çocuk olarak gördüğümüz için, ilk etapta zeka geriliği olan biri olduğunu düşünüyoruz, ve bu algıya rağmen- Bella ile özdeşleştiğimi hemen hissettim. Çünkü yaşadığımız dünyada kadın olma etiketi her anlamda geride olması istenen/düşünülen bir etiket olduğundan, bunu içselleştirmiş olmam Maureen’in de bahsettiği gibi ataerkinin bir başarısı. Film ilerledikçe öğrendiğimiz hikaye, sinematografi, kostüm, dekor, oyunculuklar her yönüyle bir başyapıt olsa da içimde susturamadığım bir memnuniyetsizlik ve takıntıyla ayrıldım filmden. İlk etapta, uyarlanan kitabın yazarının ve filmin yönetmeninin erkek olması ile açıkladım bu memnuniyetsizliğimi. Nasıl olur da bir kadın kahramanın yolculuğunu yine bir erkek bakış açısından izlemek zorunda oluruz düşüncesi beni ele geçirmiş olsa da, binlerce yıllık patriyarkanın içinde kadın bakış açısının ne olduğunu kadınların bile bilmediği bir zamanda yaşıyor oluşumuz beni rahatsız eden başka bir sebep. Yine de orada bırakmayıp biraz eşelemek istedim bu düşünceyi ve ilk olarak kitabı satın aldım hemen. Kitap ve film, aslında oldukça fazla noktada ayrılıyor olsa da ana hikaye elbette aynı. Ancak Yorgos’un bunu işleyiş tarzı ve değiştirdiği yerler bu hikayeyi başka bir noktaya taşımış. Newsletter formatının getirdiği mail boyutunu aşmamak adına iki bölüm olarak yayınlayacağım bu yazıda bir sinema mezunu, psikoloji ve kadın çalışmaları okuyucusu ve feminist olarak girdiğim yeraltı kazısına seni de götürüyorum, atla kayığıma.
Önden spoiler alarmı vermem şart, istersen izledikten sonra oku yazıyı ama okuduktan sonra da izlesen bir şey olmaz bence :)
Filmin Yunan yönetmeni, Yunan mitolojisini kullanarak yaralı feminen enerjinin şifalanmasını konu etmiş kendisine. Hal böyle olunca film benim de ilgimi fazlasıyla çekti elbette. Ve mitoloji dediğimiz zaman akla erkekler tarafından erkekler için, anaerkil toplumların hikayelerinin üzerini örtme amacıyla oluşturulan yeni (5000 yıllık) bir anlatım şekli geldiği için, mitoloji içerisindeki tanrıça arketipleri benzetmeleriyle anlatılan Bella Baxter karakterini, bu arketipi bir nevi iyileştirme, elinden alınan iktidarı ona geri verme çabası olarak yorumluyorum. Elbette ki bunun sadece tek bir hikaye olması bu çabanın beyhudeliğini gösterse de sanatın gücüyle yeni tohumlar serpildiğine de inanmak isterim. Çünkü 5000 yıl aynı mite inanmak için biraz fazla uzun bir zaman.


Filmin kahramanı, anne ile kızını iç içe geçiren mitolojik bir karakter olarak yorumlanan Bella Baxter. Ona mitolojik bir karakter dememin sebebi, tıpkı Zeus’un Athena’yı zihninden çıkartarak “doğurduğu” gibi, mitolojinin gerçek doğum şekli olarak gördüğü bir erkek, bir baba figürü tarafından yetişkin bedeni içerisinde getiriliyor dünyaya. Çünkü insanın bebek olarak doğumuna vesile olan ana rahmi can vermek için sadece bir araç görevi görürken baba, insanı topluma doğuran ve bu sebeple ebeveyn olma hakkına tek başına sahip olan taraftır. Mutlak iktidar her daim erke aittir der mitoloji. Annenin çocuk üzerinde doğal olarak var olan tanrısal gücünü bedensel bir kozaya indirgeyip onu kozadan dışarı çıkartan şeyin erkeğin bilgisi olduğundan bahseder. “Anne/kız ilişkisi ve anneden ayrılma o kadar karmaşıktır ki, çoğu kadın edebiyatında ve peri masalında anne yoktur, ölüdür ya da kötüdür.”1
Bella’ya artık bir insan olarak değil insanüstü bir varlık olarak bakmakta hiçbir sakınca yoktur, duygularından kopmuş yalnız mantığıyla hareket eden, regl olmayan, hamile kalmayan, insani (ya da dişil diyelim) tarafları “giderilmiş” biridir. Zaten izlediğimiz fantastik öykü aslında ölüler diyarında geçen bir yeniden doğuş hikayesidir. Yunan mitolojisine hakimseniz bilirsiniz ki kadın temsili olan tanrıça ya da insan hikayelerinin çoğunda kadınlar bir nevi bela getiren, baş yakan, gözleriyle taşa çeviren lanetli varlıklardır. Lanet getirmeyip en masum halleriyle etrafta gezenleri de en sonunda ağaca dönüşüp hayatlarının sonuna kadar etrafı besleyen doğanın hareketsiz bir parçasına dönüşmüş olarak bulurlar kendilerini (bkz. Daphne) Ama elbet bu kendi istekleridir, başlarına ne geldiyse kendileri öyle olmasını istedikleri içindir. Bunu anlatanlar sadece gözlemlerini aktarmış ve sonraki nesilleri haberdar etmek istemişlerdir, hepsi bu.

“Anne, içimizdeki kurbanı, özgür olmayan kadını, şehidi temsil eder. Kişiliklerimiz tehlikeli bir şekilde bulanıklaşıp annelerimizinkiyle örtüşüyor gibi görünür; ve annenin nerede bittiğini ve kızın nerede başladığını bilmek için umutsuz bir girişimde bulunarak radikal bir ameliyat gerçekleştiririz.”2 Adrienne Rich, sembolik bir ameliyattan bahsetse de, burada gerçek anlamda ameliyat geçiren kadın kahramanımız anne ile kızın ayrılması bir yana, bu ikisini tek bir insan haline getiren yeni bir yaratım, bir tür Frankestein’ın canavarıdır artık. Bu tarz öyküler bize sıradan olanın canavarlaştırılması aracılığıyla anlatılarak aslında günlük olarak alıştığımız şeylerin ne kadar canavarca olduğunu fark ettirmeyi amaçlar. Nesilden nesile aynı hayatları yaşayan, birbirinin aynısı olan kadın figürlerinin bir makineymişçesine yapmaları gereken topluma hizmet görevlerinin anne ile kızın ayrı iki insan olmayı düşünmesine bile fırsat verilmeden toplumun içinde nasıl da iç içe eritildiklerini gösteren bir metafor bu. “Dişi boşluğu erkekle birleşerek değil, daha ziyade içsel bir birleşmeyle, kendi parçalarının bütünleşmesiyle, anne-kız bedeninin hatırlanması ya da yeniden bir araya getirilmesiyle iyileştirilebilir.”3

Filmin ilk sahnesinde köprüden kendini aşağıya atan Victoria’nın ( Karakterimizin Bella olmadan önceki kimliği) bu eylemini, her kadının çocuk doğurduktan sonra yaşadığı bir tür eski kimliğinin ölmesi ve yeniden doğacak yeni kimliğini oluşturmak için çıktığı bir yolculuk olarak görebiliriz. Ya da Bella’yı annesi kendini öldürmüş bir kız çocuğu olarak ölüler diyarında uyanan, annesinin içsel pusulasını taşısa da kendi hikayesini yazıp oradan çıkmak zorunda olan bir yenidoğan olarak da düşünebiliriz. Ama hikaye bunların her ikisi aynı anda gerçekleşse ne olur diye sormuş kendine.
“Bir kadın kendini tanımlamak için dış kahramanlık arayışına yapılan vurguyu azalttığında, kendi imgelerini ve sesini keşfetmekte özgür olur.”4
Bella’yı ortaya çıkartan metamorfoz, hem fizyolojik hem psikolojik olarak kadının kendini çocuğundan ayrı olarak görebilmesinin uzun bir zaman aldığı, bazen de hiç gerçekleşmediğinin çok doğru bir tespiti gibi geliyor bana. Ve bunun sebebinin de kadını anne kimliğinden daha fazlası olarak görmeyi reddeden ataerkil düzen olduğunu düşünürsek, filmde bu metamorfozu yaratan kişinin de aslında hiç anne sahibi olmamış ve bunun eksikliğini hisseden bir erkek olması da oldukça isabetli. Üstelik kendi babası tarafından akla gelmeyecek şekillerde deforme edilmiş, üzerinde deneyler yapılmış ve kendisi de bir canavara dönüşmüş olan bu adamın hayattaki tek eksiğinin anne/kadın/kız evlat sevgisi olması ve bunu da ancak kendi yaratacağı kimliksiz bir kadında topluca bulabilecek olması günümüz anaerkinden kopartılmış erkek egemen dünyanın içler acısı haline de ışık tutuyor.
Ölüler dünyasında seyahat ederken gireceğiniz nehirlerden biri olan Lethe, kim olduğunuzu ve bildiğiniz tüm şeyleri unutmanıza sebep olan bir nehir olma özelliği taşır. Bir nehirden çıkartılıp diriltilen Bella’nın eski hayatına dair hiçbir şey hatırlamayan bu hali yolculuğunda onu özgürleştiren bir etki yaratırken, deneyimle elde edilen ve içselleştirilen hiçbir bilginin kaybolmayışı da, hikayedeki “trickster” düzen bozucu karakter olan Duncan Wedderburn’ün asıl niyetini o saf ve bilgisiz haliyle bile anlamasını sağlıyor. “Bir kadın artık ataerkil kurallara göre oynamamaya karar verdiğinde, ona nasıl davranacağını ya da nasıl hissedeceğini söyleyen hiçbir kılavuz yoktur. Artık arkaik formları sürdürmek istemediğinde, hayat heyecan verici ve korkutucu hale gelir.” 5
Önceki hayatından hatta binlerce yıllık dişi bilgeliğinden getirdiği bu kadın olma deneyiminde içselleştirdiği üzere, erkeğin güvenilmez olan hali ile yolculuğuna devam etme kararı verirken onun temsil ettiği tehlikeyi de hemen tespit edebiliyor Bella. Çünkü kadın mitolojisinde kahramanımızın karşısına çıkıp savaşması gereken engeller erkek mitolojisindeki ejderhalar ve iblislerin karşılığı olan, evli olmadığı erkeklerle cinsel ilişki yaşaması, kendi kararlarını vermesi sonucu bunun etrafındaki erkeklerin kırılgan egolarına yapacağı etkiyle baş etmek zorunda olmasıdır. Kadının kendi cinselliğinin iktidarını elinde tutması olacak iş değildir ve “onu korumak” için bu aktivite engellenmeli, kısıtlanmalı, kadının kendi savaşını vermemesi adına ilk fırsatta yuvalandırılmalıdır. Godwin Baxter ve Mr.Mccandles bu konuda anlaşır.
Yola Çıkış
Mitolojik hikayelerde olduğu yerde kalmayan, ona sunulan kozaları ya da tuzakları tespit edip kendi yolunu açan karakterler örnek alınması gereken kişiler olarak anlatılır. Bella Baxter da tıpkı Pygmalion’un Galatea’sı gibi, kendi yaratıcısına ihanet edip hareket kabiliyetini elde ettiği gibi Duncan ile yola çıkar. Arkasında ise kendi yaratımına aşık olan ve ona bağımlı hale gelen bir başka erkek figürü bırakarak…


Vahşi doğasını keşfetmek üzere yola çıkan Bella, kendisine sağlanmış olan konfor alanı dahilinde içindeki kız çocuğunun meraklı, heyecanlı ve değişken ruhunu sınırsızca yaşar. Fakat bildiğimiz üzere Pandora’nın merakı insanlığın üzerine kötülüğü saçan yegane şeydir ve ataerkil düzene itaat edebilmesi için kadının merakının yaratacağı kişisel keşifler engellenmelidir. Ancak Bella’nın çıktığı kendini bulma yolculuğundaki en büyük gücü ve onu besleyen yönü bu meraka sahip olmasıdır. Bu merakı bir tehdit olarak gören Duncan (buraya tüm kırılgan/toksik maskülenite temsillerini sokabiliriz.) ise onu durdurmak için gerekeni yapmalıdır.
“Yolculuğun bu başlangıç aşaması genellikle pasif, manipülatif veya üretken olmayan olarak tanımlanan kadınsı olanın reddini içerir. Kadınlar toplumumuzda genellikle odaklanmamış, kararsız ve işlerini halledemeyecek kadar duygusal olarak tasvir edilmiştir. Kadınlardaki bu odaklanma ve net farklılaşma eksikliği, yalnızca baskın kültür tarafından değil, birçok kadın tarafından da zayıf, aşağı ve bağımlı olarak algılanmaktadır.”6


Kendi duygularının ve kırılgan egosunun iniş çıkışlarını kontrol edemeyip, bunu kontrol etme isteğini karşısına projekte eden Duncan tarafından bir tabut içerisinde kaçırılması, kutuya, eve, kapalı alana konarak zapt edilmeye çalışılan Pandora’nın (kadının) merakını, dışarı çıkarsa dünyaya saçacağı düşünülen ve kontrol edilemez olarak görülen duygularını engelleme çabasıdır. Kutudan çıktığında yine kendini bir başka nehrin kenarında bu sefer bir geminin içerisinde ilerlerken bulur Bella. Yeraltı dünyasında yeniden doğuşu için gerekli olan diğer nehirlerin bilgisini almalıdır. Bu gemide mentorlarla tanışacak ve bağımsızlığına bir de derin bilgiler ekleyecektir.

Kitapta bu öğrenme süreci iki erkeğin Bella ile yaptığı sohbetlerle anlatılırken, filmde mentorlardan bir tanesi yaşlı bir kadındır. Yönetmenin bu değişikliği yapmış olması ve onu anlatış şekli ataerkil sistemin kadınlar arasında bilginin yayılmasını önlemek isteyişini de aktarmış oluyor bize. Bella’ya okuması için kitaplar sunan ve onu eğiten bu “kocakarı” arketipi Bella’ya verdiği bilgiler sebebiyle elbette yine Duncan tarafından öldürülmek istenmekte ve kadın bilgeliğinin aktarılmasının önündeki engeller gösterilmektedir. Duncan sadece yaşlı kadını değil Bella’yı da gemiden atmakla tehdit ettiğinde Bella’nın “Benimle hem evlenmek hem de beni öldürmek mi istiyorsun?” diye sorması, kadın cinayetlerinin çoğunluğunun kadının evli olduğu ya da ilişki yaşadığı erkeklerin elinden olduğu gerçeğine de güzel bir göndermedir…
Mail kutusunun bana verdiği dosya alanının sonuna geldik devamı II.Bölüm’de
Maureen Murdock, The Heroine’s Journey
Adrienne Rich, Of Woman Born
Nor Hall, The Moon and the Virgin
Maureen Murdock, The Heroine’s Journey
Maureen Murdock, The Heroine’s Journey
Maureen Murdock, The Heroine’s Journey
Çok güzel gidiyor yazı tren yolculuğum için okumalık ararken tam yerine denk geldi👏🏻👏🏻😁. Filmi daha izlemedim. Ama izledikten sonra tekrar yazıyı okuyacağım. Eline sağlık Nilcim 🩵