Anne, ben zengin bir adamım!
Gregor Samsa bir gün uyanır ve kendini yatağında koca bir böceğe dönüşmüş olarak bulur.
İç sesini nasıl duyarsın? Seninle ne şekilde iletişime geçtiğinin farkında mısın? Benimki sanırım izlediğim dizi ve filmler yoluyla benimle konuşuyor. Bunu sinema mezunu olmama değil, bu böyle olduğu için sinema okumuş olmama bağlıyorum. Belki seninki de başka bir sanat ya da gözlem yolu seçmiştir seninle konuşmak için. İlla kafamızın içinde bir ses duymaya gerek yok iç sesimizle bağlantı kurmak için. Kaldı ki herkesin kafasının içinde bir ses de yok, bazıları görsel düşünüyor! Buna hala çok şaşırıyorum…
Biliyorsun bu ara odağım kendi dişil enerjimde ve iç sesim, duymaya ihtiyacım olan şeylerin konuşulduğu yerlere yönlendiriyor beni. Bu ara çok iyi şeyler izledim diyebilirim ama bir tanesinde duyduğum tek bir cümle özellikle kucakladı beni. Tiny Beautiful Things, Disney +’da yayınlanan Reese Witherspoon’un yapımcılığını üstlendiği bir kitap uyarlaması. Reese Witherspoon, Legally Blonde filminden beri sanki dişil enerjinin gerçek gücünü bize anlatmaya çalışıyormuş gibi hissediyorum bu arada. Her neyse, bu dizi ise Legally Blonde’dan çok uzak bir kadın karakter odağında geçen bir anne-kız-yaratıcı benlik çemberini onarma üzerine bir yapıt. Ben diziyi oldukça beğendim, ama beni asıl yakalayan yeri ilk bölümünün son sahnesindeki monologdu. Arka arkaya tekrar edilen şu cümle tüylerimi diken diken etti resmen.
When a gift is given, say thank you.
Sana bir hediye verildiğinde, teşekkür et.
Ah şu alma konusu… Verilen bir şeyi kabul etme, olduğu gibi, değiştirmeden ve de ona teşekkür ederek. Aslında çok kolay ve her zaman yaptığımız bir şey zannetsek de gerçekler öyle değil. Biz bunu çoktan unuttuk, unutturulduk. Almayı, değiştirmeden kabul etmeyi, minnetle karşılamayı ve kendi değerimizi aldıklarımıza bağlamamayı tamamen unuttuk. Her birimiz elimizde olan her şeyi sürekli olarak daha iyi hale getirmeye, yaratığımız sorunları çözmeye, başkasına bağımlı olmamak adına verilen şeyleri kabul etmeyip, istediğimizi düşündüğümüz şekilde almaya odaklandık.
Alma becerisi kendinize verebileceğiniz en büyük hediyedir. Sizi bir olasılıklar dünyasına açar ve hayatı bütünüyle yaşamanıza olanak sağlar.
Louise Hay
Ben korkusuz biriyimdir. Gerçekten, çoğu insanın korktuğu şeyler benim hayatıma yön vermez. Hayatımı kazanmak için dramatik adımlar attığım oldu ve bir garantim olmadan bunları nasıl yapmaya cesaret ettiğim yakın çevremde soru işaretleri oluştursa da kendi içimde çok emin olduğum bir ‘güvendeyim’ hissine sahibimdir çocukluğumdan beri. O hissi o kadar iyi bilirim ki uzansam dokunabilirim, içinde olmanın verdiği sıcaklığı bilirim, başkasına anlatamayacağın görünmez bir kalkan gibidir. Bu benim kendime ait en önemli ve en korunması gereken yönüm, ve bugün nerelerde yanlış tepkiler verdim, kime ya da neye tetiklendim diye dönüp baksam, başkasına ait bir korkuyla hareket etmekten yaptığımı fark ediyorum hepsini. İnsanlar olarak birbirimize korkularımızı yüklemekte çok iyiyiz, hatta o korkuları almayanların üzerine daha çok gideriz, herkes bizim kadar korksun isteriz. Bazıları için güvenli alanını yaratmak o korku sayesinde olur anlıyorum tabi, sonuçta korku olmasa pek çok durumda ölmek kaçınılmaz olur ama benim bahsettiğim zihin kurgusu olan korkular. İşte o korkular dişil enerjinin baş düşmanı. İçindeki yaratma, besleme, korunma duygularının hepsinin üzerini kaplayan bir sis gibi çöktüğünde, verdiğin kararları bu sisin içinden vermeye çalışmak seni olmadığın birine dönüştürmeye başlıyor. Korktuğun zaman kabuğuna kapanıyorsun ve sana verilen her şeyin güvenliğini tehdit ettiğini düşünüyorsun.
“Erkeğe” Dönüşmek
Bu hikayeye aşinasındır diye düşünüyorum. Cher katıldığı bir talk-show programında, annesinin ona zengin bir erkekle evlenmesi konusunda baskı yaptığını söyler. Kendisinin annesine verdiği cevap ise şöyledir; Anne, ben kendim zengin bir erkeğim!
Evet, aynen, muhteşem bir cevap! Neyse ki benim ailemde üzerimde hiç böyle bir baskı kurulmadı. Kiminle ve ne şekilde evlenmem, ya da evlenip evlenmemem konusu bile konuşulmamıştır diyebilirim. Ama kendi ayaklarım üzerinde durmam konusunda elbette teşvik edildim ve bence bu harika bir şeydi. Fakat bu teşvik yanında bazı yan etkilerle beraber geldi. Bir önceki yazımda bahsettiğim “The Intern” filmindeki sahnede anlatıldığı gibi biz, kendimiz bizzat ipleri eline alıp maddiyatımızı kazanmak üzere cesaretlendirilerek büyütülen bir neslin kadınlarıyız. Cher’in bu söylemi ve benzerlerinden etkilenen annelerin yetiştirdiği “Çocuk da yaparım, kariyer de” şarkısını göğsünü kabarta kabarta söyleyen, her şeyi yapma gücünü, önceki jenerasyonlarda ezilen dişil enerjinin bir öç alma mekanizmasına dönüştüren, gerekirse erkeklerden daha iyi erkek de oluruz nesliyiz biz. Erkek ve kadın cinsiyetlerini kırmızı çizgilerle ayıran ve her iki cinsiyeti kalıplara sokan öğretilerin yarattığı başkaldırıyız. Sadece erkek cinsiyetine sahip olanların maddiyat yaratabileceği inanışının anti teziyiz.
Ve tam burada, dişili baskılayan sisteme başkaldırırken, ne yazık ki dişil enerjiyi feda eden, onu güçsüz ve beceriksiz ilan eden, maskülen enerjiyi yücelten dengesizliğe de katkı sağlar olmuşuz. Feminen enerji var olan en güçlü iyileştiricidir demiş Marion Woodman. Biz haksızlığı iyileştirmeye çalışırken almayı ve kabul etmeyi aşağılanma, vermeyi ve değiştirmeyi bir erdem olarak kabul etmişiz. Sağlam bir dişil enerji, olanı kucaklayan, etrafına hayat enerjisi veren, kendisine sunulanları takdir eden ve neşesini yansıtırken sınırlarını çizebilen, hayır diyebilen, gizemli kalabilen, dış tehditleri algılayabilen ve gözlem yapabilendir. İçimizdeki tanrıçaya yabancılaştıkça onu yaşamak ve onurlandırmak yerine güçlü gözükmek adına gerçek gücümüzü kullanmayı unutmuşuz biz.
Gerçek gücümüz anda kalmayı ve olanın içindeki iyiye odaklanmayı bilen tarafımız. Hayal ettiğimiz ve bize ulaşılacak bir hedef olarak sunulan “daha iyi” nin yüceltilmesi, ancak elimizdeki işleri bitirdiğimizde, daha fazla paramız olduğunda, daha iyi bir işte çalıştığımızda, daha iyi bir evde/şehirde oturduğumuzda elde edeceğimiz bir rahatsızlık hali aslında.
Feminen enerji hassasiyetini kucaklamak, duyarlılığına sahip çıkmak ve içsel gücünü yetiştirmekle ilgilidir.
Shelly Bullard
Bunun bir parçası olarak benim de her şeyimi kendim yapma tutkum dışardan hep çok güçlü bir kadın olarak görülmemi sağladı ve kısa bir süre dişil enerjimin yaratıcı gücü ile maskülen enerjimin üretim gücü eşitmiş gibi yaşadığım bir dönemim oldu. Fakat dişil/yaratıcı enerjimle olan bağım bir yerde dramatik olarak değişti ve olaylar tam nerede kopmuş diye düşünürken feminen ve maskülen enerjinin farkını anlamak yolumu aydınlatmaya başladı.
Dişili Kaybetmek
İnsan bazen eski fotoğraflarına ya da bulunduğu ortamlara bakıp kendine yabancı hisseder ya, ben ne zaman bu insan olmaktan çıkıp şimdi olduğum insana dönüştüm diye düşünür… (Yani düşünmeli bence, düşünmüyorsa gelişmiyor demektir.) Bu yazıyı yazmadan hemen önce Pelin Dilara Çolak’ın bir videosuna rastladım, Antik Yunan’da konuşulan bir sorudan bahsediyordu. Tam da düşündüğüm yere doğru giden bir soru olduğu için buraya da eklemek istedim.
Kafamızdan kaç saç teli eksildiğinde aslında kel oluruz? Kafamdaki saç tellerini tek tek koparmaya başlasam, uzun bir süre kel olmam. Ancak bir süre sonra artık kel kategorisine girmeye başlarım ama bunun tam olarak kaç tel sonra olduğunu bilmek imkansızdır. Bazen iki durum değişir ama o değişimi nokta atışı ifade edemeyiz.
Konumuz özelinde kendi dişil enerjimin bir zamanlar var olduğunu biliyorum ama onu tam olarak ne zaman kaybettim, orayı bir türlü bulamıyorum ve uzun zamandır düşüncem, kaybettiğim yeri tamir ettiğimde ona geri kavuşacağım yönündeydi. Alın size son derece maskülen enerji içeren bir eğilim. İçinde bulunduğumuz hayat, sistem, yaşam stili, adına ne dersek diyelim bir sorun yaratma ve çözüm bulma döngüsü içerisinde işliyor. Sürekli olarak plan yapma, aksiyon alma, sorun bulma ve çözüm arama dürtüsüyle yaklaşıyoruz hayata. Her şeyi kontrol etme ihtiyacımız hayatımızın tamamını ele geçirmiş durumda. Bilinmez olandan korkuyoruz. Bu da dişil tarafımızla olan bağımızın gücünün iyice zayıflamasına sebep oluyor. Hepimiz düşünsek yaklaşık bir yer söyleyebiliyoruz aslında bu kayıpla ilgili. Olan bir olay ve sonrasında devam eden tepkilerin birikimiyle sanki, Gregor Samsa bir gün uyanır ve kendini kocaman bir böceğe dönüşmüş olarak bulur.
Kendi adıma işaret edebildiğim bir nokta var, o da hayatta bana sunulan şeyleri bilinçli olarak reddetmeye başlamam diye düşünüyorum. Dişil enerjinin en önemli özelliklerinden birisi alma, kabul etme eylemiymiş meğer. Aslında hayatım boyunca neredeyse her zaman birinden bir şey almayı kabul etmekte hep zorlandım, her şeyi kendimin yapabileceğine dair tüm toplum tarafından teşvik edildim ve bir noktada almayı tamamen durdurmaya karar verdim diyebilirim. Alan değil veren tarafta olmaktan daha fazla keyif aldım. Almanın belirsiz doğası karşısında vermenin kontrol etme gücü egoyu harika beslemiyor mu? Resmen bana bir şey alınacaksa en iyisini kendim bilirim. İltifat mı? ben zaten biliyorum duymaya ihtiyacım yok, ya da sadece karşılığında bir şey istediği için yapıyor samimi değil. Para konusunu hiç açmayalım beni aşağılamak istiyorsun herhalde, ben hallederim. Geldiğim nokta bir Drake meme’ine dönüşmüş durumda. Evrene benden giden tek bir enerji var, yok hiç almayayım kalkıyorum zaten.
Bunu yaşayan yaralı dişil enerjiye ya da toksik maskülen enerjiye sahip insanların ortak özelliği olduğuna emin olduğum şey hepimiz iltifat alıp kabul etme, bir hediye aldığında kendini değer verilmiş hissetme, ya da para/ödeme alma konularında gerçekten beceriksiziz. Ama bunun suçlusu tabii ki sadece biz değiliz. Bizlerden çok önce başlayan bu dişil enerjinin baskılanması döngüsünün kurbanıyız hepimiz. Ne demiştik dişil enerji ortaya çıkmak için güvenli bir ortam bekler ve güvenli olmayan bir ortamda açığa çıktığında yaralanır, kullanılır ve baskı altına alınır. Eckhard Tolle bunu şöyle anlatıyor, diyelim akşam saat 10 ve evde tek başınasınız. Kapı çalınıyor ve tanımadığınız biri lastiğinin patladığını ve telefonunun şarjının bittiğini söyleyip sizden yardım istiyor. Kapıyı açıp, içeri davet edip kendisine çay ikram ederseniz bu dişil enerjinizin suistimal edilmesine yol açmaktır diyor. Eğer kapıyı açıp yolcuya silah doğrultur ve hemen gitmesini söylerseniz bu da maskülen enerjinizin toksik kullanımına bir örnektir. Bu ikisi arasında kendinize zarar gelmesini engelleyerek karşınızdaki kişinin niyetini anlamanın ve belki de yardım edebilmenin bir yolu vardır. Bu da yin/yang enerjinizi bütünsel olarak kullanmayı öğrendiğinizde olur.
İşte dişil enerji aslında bu sezme konularında harika çalışır ama dengeyi bulamamış bir dişil enerji mutlaka ilk senaryodaki gibi davranır ve zarar görmesi kaçınılmazdır. Ya da sürekli olarak zarar göreceğini düşünen bir zihin kendini tüm deneyimlere kapatır, başına ne geleceğine dair son derece kesin fikirlere sahiptir ve hayatı yaşamayı bırakır. Bulunduğumuz dünyada maskülen tarafın hayatta kalma şansı daha fazladır ama hayatta kalmak yaşamakla aynı şey değildir.
Bahsettim ya ben korkusuz biriyimdir, yani çekirdeğimde öyleyim ama hala başkalarının korkularını üzerime yansıtmaya çalışmasından rahatsızlık duymaya devam ediyorum. Kendimi korumayı çok iyi bilsem de kendimden şüphe duymamı sağlayan dış faktörleri her zaman engelleyemiyorum, ama zamanla iyiye gidiyorum. Hepimiz büyürken kendimizi korumak zorunda olduğumuz bilgisiyle yetişkinliğe adım atıyoruz ve başımıza gelen şeyleri her kontrol etmeye çalışmamız, takdir etmeyi bırakıp beğenmeyişlerimizi ifade edişimiz, her konuda her yerde en iyisi olma çabamız birer birer kopan saç telleri gibi bizi dişil enerjimizden uzaklaştırıyor zamanla. Sonra bir bakmışız, bir zamanlar hayatı hafife alan, gözlerinin içi gülen, içinde çocuksu bir neşe olan o insan bir yabancı olmuş, hatta saf ve salaktır, gerçeklerden haberi bile olmamış biri gibi gözükür gözümüze. Şimdi çok daha güçlü çok daha serttir kabuğumuz, hiçbir şeye ve hiç kimseye ihtiyacımız yoktur, çünkü odağımız bilinmeyene duyulan güvende değil, yaratılan sorunları çözerek kontrolü ele alma isteğimizdedir. Kendimizi değerli hissetme kıstasımız yaptıklarımızdadır, planladıklarımızda ve bizim planladığımız gibi olmayanlara tahammülümüz yoktur.
Almak bir sanat biçimidir, her sanat biçimi gibi, pratik ve sabır gerektirir. Ama bir kez alma sanatının ustası olduğunuzda, hayatınız sonsuza kadar dönüşmüş olacaktır.
Deepak Chopra
Peki madem çok iyi bir şeyse bu dişil enerji neden kullandığımızda suistimal ediliyoruz? Çok mu istedik kabuk bağlamayı? Zarar göre göre bu hale gelmedik mi sonuçta? Yaptığım araştırmalara göre bunun sebebi dişil enerjimizin aslında başından beri yaralı olması, dediğim gibi bir döngü sonucu buradayız. Ve dişil enerjimiz tüm potansiyeliyle değil yaralı ve maskeli haliyle iletişimi başlatınca dünyayla, zarar görmesi kaçınılmaz oluyor. Şu an yaşadığımız dünya bize sürekli bilinmeyenin korkutucu olduğunu söylerken, her zaman her şeye karşı hazırlıklı olmamız konusunda bizi teşvik edip bunu dahiyane bir pazarlama aracı olarak kullanıyor. Zihnimizle yaratılan korkuları kullanıp bizi olanı kabul eden, rahat ve neşeli hissettiren dişil enerjimizin huzurlu alanından çıkartıp dürtüsel tepkiler vereceğimiz ve kendimizi koruması için etrafımıza satın aldığımız eşyalar ya da sürekli çalışma halimizle ördüğümüz geçilmesi imkansız duvarlar inşa etmemizi salık veriyor.
Almayı Hatırlamak
Dişil enerjisi sağlıklı çalışan insanlar ilgi/eşya/hediye almayı bir hakediş ve şükürle karşılarken, ben alırken karşımdaki kişi kendi hakkı olanı bana veriyormuş hissine kapılıyorum. Ya da ben alacağıma yakınımdaki diğer kişi (çocuğum, eşim, arkadaşım) almalı, ya da asıl ben ona almalıyım benim ihtiyacım yok diyorum örneğin. Benim dişil enerjiyi gözlemlediğim dünyada çevremde örnek alarak büyüdüğüm kişiler almayı kabul etmediği, almaktan rahatsızlık duyduğu ve almayı önemsemediği için ben de aynısını yaparken buluyorum kendimi. Ve bir gün çocuğumun ya da örnek olduğum başkalarının benimle aynı hislere sahip olmasını istemiyorsam bu düngüyü kırmak zorundayım, zorundayız. Başkasını değil sadece kendimi değiştirmeyi seçebilirim. Çünkü insan almayı unuttuğu zaman karşısındaki koca evren de ona vermeyi unutuyormuş. Biz maskülen enerjiyi fazla üstlendikçe ve başkalarının tüm ihtiyaçlarını verdikçe, bizim ihtiyaçlarımız otomatik olarak kaybolmuyor, sadece karanlık bir odaya kapatılıp ölmeleri bekleniyor. Bu kahramanlığı büyük bir memnuniyetle her yapışımız kendimizden daha büyük bir parçayı o odaya kapatıyor ve o bir gün o karanlık, bu odaya sığmamaya başlıyor. Yavaşça dışarı sızıyor, görülmek istiyor ve bazen bazı şeyler için çok geç olmaya başlıyor.
Almak çok güzel bir öz sevgi eylemidir. Değerli olduğunu kabul etmene ve hak ettiğin sevgi, destek ve bereketi almana izin verir.
Mastin Kipp
Yin/Yang enerjisi doğanın bir kanunu, zıt kutuplar birbirini çekiyor ve şu an dünyada hüküm süren enerji de toksik maskülen ile yaralı dişil enerjinin dansı adeta. Kadın ya da erkek olarak düşünmeyi bıraktığımızda etrafımızda “saçını süpürge eden” yapma/üretme/çözüm getirme odağına sıkışıp kalmış bireyler ya da kendine inancını kaybetmiş her şeyi bir başkasının yapmasını/düzeltmesini/tamir etmesini bekleyen hareketsizler görüyorum. Dünyada sağlıklı bir maskülen enerji görmek istiyorsak belki de o enerjiyi çekecek olan sağlıklı dişil enerjimizde kalmayı, bir şeylerin parçalara ayrılmasından korkmayarak hatta ayrılmasına izin vererek hatırlamamız gereklidir. The Intern filmine yeniden dönecek olursak (izlemediysen kusura bakma) Jules dişil enerjisinin gücüne, hayatındaki sağlıklı maskülen enerjinin (Ben) ona açtığı güvenli alan sayesinde, hassasiyetini ortaya koyma ve her şeyin dağılmasına göz yumma cesareti gösterdiğinde ulaşıyor ve hayatı bu sebeple rayına oturuyor. Biri olmadan diğeri olmuyor.
Ben diyorum ki ihtiyaç odamızın perdelerini ve pencerelerini açarak başlayalım biraz hava aldırmaya. Odaya başkalarının gelip bakması, belki bazı ihtiyaçlarımızı bırakması için izin verelim, davet edelim, paylaşalım ve bekleyelim. Bakalım kimler uğrayacak yanında getirdiği hediyesiyle. Bu hikayeleri değiştirip dönüştürmek bize düşüyor. Ben kendi adıma ilk adımı kendimi yeniden alma enerjisine açmaya, geleni takdir etmeye, eleştirmeden ne olursa olsun teşekkür etmeye başlayarak atıyorum. Senin adımların neler? Yorumlarda paylaşır mıydın? Belki bana da ilham olursun…
PS: Bir sonraki yazımda, geçtiğimiz sene en sevdiğim film olan ve Oscarları yıkıp geçen Everything Everywhere All At Once filminde gözlemlediğim dişil enerji temasını uzun uzun anlatacağım. Okumadan önce izlemiş olmak istersen diye önden haber veriyorum. Filmi Netflix’te bulabilirsin.
Xoxo,
Nil
Muhteşem bir yazı olmuş; her kelimesine katılıyorum. Sizin böyle genç bir yaşta aydınlanmış olmanız da ne güzel! Ben de zararın neresinden dönsem kâr diyorum.
Sevgilerimle.
Yine harika bir yazı…
Kafka’nın Dönüşümü,
Kollektif bilinçten yani zihnimize dayatılanlardan kurtulabilirsek ah adım adım,
evrenin dengesine güvenerek ve iç sesimizi daha çok duyarak, daha huzur ve doygunlukla yaşayabileceğimizi düşünüyorum ben de…
Nil her cümlene katılıyorum. Evlatlara da bu şekilde ilham verilebilir ancak.
Sevgiler,