Yok olma çağında kişisel marka yaratmak
Yazıyorum çünkü yok olduğumu hissediyorum. - Naomi Klein
Spotify’ın paralı üyeliğinin içine yeni eklenen sesli kitap seçeneklerine göz gezdirirken Doppelganger kitabını görmemle başlata basmam arasında fazla saniye geçmedi. Kopya ya da “birebir aynısı” anlamına gelen bu Almanca kökenli kelime aslında üzerine milyonlarca düşünce üretilmiş bir konsept. İnsanın kendi kopyasıyla karşılaşmasıyla ilgili sayısız film, hikaye, şarkı, fikir üretilmiş olsa da asla eskimeyen de bir konu. Ve bu aralar benim de ekstra radarımda. Bazı hislerimi kelimelere dökmeme yardımcı olan bir terim Doppelganger.
Kitap, Naomi Klein’ın bir başka yazar olan Naomi Wolf ile sürekli karıştırılmasından ve bu iki kadının iç içe geçen hayatlarının gerçekte ne kadar farklı olduğundan yola çıkarak, bir kopyamızın etrafta dolaşıyor olmasının hayatımızda nelere sebep olabileceğini oldukça düşünce kışkıştırcı bir şekilde inceliyor. Beni de insanların isteyerek yarattığı kendi kopyaları üzerine düşündürttü. Kendine ait olan bir şeyi herhangi bir yöntemle paylaşıyor olmak bir kopyanı sonsuzlukta asılı bırakmak gibi geliyor bana.
Doppelganger yaratma baskısıyla, bir blogger olarak kendi benliğimin ötesine geçen bir performans sergilemem gerektiğini kavramaya başladığımda karşılaştım. 2010’ların başları, sebebine anlam veremesem de bir “niş” sahibi olmam gerektiğinin altı çizilip duruyordu. İnsanların beni anlamasını istiyorsam beni tek kelimeyle anlatabiliyor olmaları, beni takip etmelerinin basit bir sebebi olmalıydı. Onlara sunduğum şey fazla komplike olamazdı çünkü yüzlerce insan arasından ayrışacak bir özelliğim hemen göze batmalıydı. Kendini tanımlaması herhangi bir 20’li yaşlarındaki insandan beklenmesi en olanaksız şeydi fakat bunu bulamıyor olmak beni uzun bir kimlik bunalımına sürükledi. Oysa etrafım kendi dikeyini tanımlamış, aynı konu üzerinde sürekli içerik üreten insanlarla doluydu, peki ben neden kişisel çorbamın içinden uzman olarak görülebileceğim tek bir konuya odaklanamıyordum… Modayı seven, bilimkurgu izleyen, feminist yazarlar okurken, 2000’ler rock müziği dinleyen, tarihi ve biyografik belgesellerden hoşlanan, müzikal aşığı, film okulu mezunu, kesinlikle biber ve deniz mahsulü yemeyen, spor yapmaktan hoşlanmayan ama dans etmeye bayılan, kafasının içinde yaşayan ve kara komediden hoşlanan bir kızdım. Bunların hepsinden bahsetmek doğru bir pazarlama yöntemi değildi, insanların kafası karışabilirdi ama bunların arasından sadece birini seçmem de pek mümkün gözükmüyordu çünkü bazılarını sevmeyi bırakabilir ve yeni ilgi alanları seçebilirdim çünkü bir marka değil öncelikle insandım. Sosyal medya çağında kişisel olanla kurumsal olanın tamamen yer değiştirmesi bana göre böyle başladı.
Kitabı dinlerken aklıma gelen düşüncelerle yazdığım bu saçma liste konu hakkındaki fikirlerimi somutlaştırma yöntemimdi. Liste uzayıp gidebilir. Kurumsal markalarda çalışan yüzlerce kişinin emeğinin tek bir insan sesine eritilerek bizimle içimizden biriymiş gibi iletişime geçiyor olması artık son derece normalleşti. Bunu en iyi yapan markalardan biri olan RyanAir insanların kendisi ile ilgili X üzerinden yaptığı şikayetlere arsız bir ergen gibi cevaplar vererek kurumsal bir imajdan çok, evet arsız bir ergen gibi gözükmekte sakınca görmüyor ve belli ki bu onu daha popüler ve sempatik yapmaya devam ediyor. Çünkü hayatımızı emanet ettiğimiz bir havayolu şirketinin bizimle şakalı mesajlaşıyor olması kendisine konuya ciddiyetle yaklaşmasından daha fazla puan kazandırıyor. Markaların güvenilir, sağlam ve ciddi olması beklentisi sosyal medya çağıyla beraber tamamen alt üst olmuş durumda ve bu tüm kurumsal ve politik hayata da sıçramış gibi görünüyor.
İşinin başında olup şirket/marka/kurum yöneten birinin programına en son girecek şey olmasını bekleyeceğin sosyal medya kanallarında sürekli görünür olup performans sergilemesi şüpheyle yaklaşılması gereken bir şeyken şimdi bir pazarlama taktiği ve sempati kazanma yöntemi olarak kullanılmakta.
Bunun yanında kişisel bir içerik paylaşan tek bir kişinin ise yüzlerce kişinin saatlerce çalışarak yaptığı fikir üretme, uygulama, iletişime geçme, konunun uzmanı olma ve markalaşma adımlarını tek başına üstlenmesini bekliyor ve onu insani dinamiklerden muaf tutuyoruz. Hatta insani taraflarını gördüğümüz kişileri topluma yapılmış bir hakaret gibi algılıyor ya da tam tersi insani tarafını gösterdiği için alkışlıyoruz. Makyajsız yüzünü göstermeye cesaret eden o ünlü, kilosunu gizlemeyen şu influencer, hatasını kabul eden bu iş insanı gibi gibi... Bu bir arabayı bizi gitmek istediğimiz yere götürdüğü için alkışlamaya benziyor.
Fark etmediğimiz şey bu beklenti bireysel olanı yok olmaya, kurumsal olanı sorumsuzlaştırmaya doğru itiyor. Kurumsal bir markanın yıllar boyunca değişmez bir sese sahip oluşu, çalışanlar değişse de verdiği mesajın aynı kalabilmesine olanak sağlayarak güven yaratırken aynı ihtimal bir kişiyi donuklaştırıp doğaya aykırı bir yapaylığa sebebiyet veriyor. Bize ırkımızın en özel kişileri olarak sunulan ünlü aktörlerin 30 yıldır değişmeyen yüz hatlarının, onları kendilerinin eski halleriyle kıyaslamamızın normal görülmesi, ve sosyal medyayla beraber bu beklentiyi toplumun genel haline yaymış olmamız hakkında daha fazla konuşmalıyız.
Artık bir markaya duyulan güveni gerçek bir yükümlülük standardı yaratmıyor, markanın insani özellikleri kopyalayabildiği oranda bir ‘güven ilüzyonu’ yaratabilmesine dayanıyor. Üstelik normal bir insan gibi iyi ya da kötü günü olmadan tek bir personada sabit kalabiliyor. Harika!
Bunun yanı sıra kişileri ya da kendimizi kurumsal standartlara bağlı, değişmeyen, gelişmeyen, olduğu gibi kalan, “güvenilir”, hazır bir algoritmanın kolaylıkla tanımlayabileceği bir terime indirgediğimizde etrafımız gerçek insanlar yerine ‘doppelganger’larla çevrili oluyor.
Ya da yapay zeka ile yaratılmış influencerlarla. (Bu konuya hiç girmeyelim)
Her ne kadar yetersiz olsa da kopyalanan sadece bireyler değil, insan varoluşunun tamamı.
Naomi Klein - Doppelganger
Gerçekle gerçek olmayanın arasındaki çizginin gittikçe silikleştiği bir zamanda yaşıyoruz. Daha doğrusu herkesin gerçeğin kişisel bir ürün olduğunu düşündüğü bir dönem bu. Gerçek olarak inandığımız çoğu şeyin bir ilüzyon olduğunu fark ediyor oluşumuz insanlığın yeni karşılaştığı bir konsept olmasa da, bu kadar kişiselleşmiş olması yeni sayılır. Yuval Harari internetin ağ olarak isimlendirilmesinin geçerliliğini yitirişinden şu şekilde bahsediyor;
İnternet ilk çıktığında tıpkı bir örümcek ağı gibi dünyanın birbirine ulaşma imkanı olmayan taraflarını birbirine bağlamayı amaçlıyordu, internetin şimdiki halini ise milyonlarca kozaya benzetmek daha doğru.
Hmmm bu ifade neden bu kadar tanıdık geldi acaba?..
Herkesin kendi eko çemberi içinde kendi beğendiği, onayladığı, doğru bulduğu ya da tepki gösterdiği hikayeler algoritmalar tarafından seçilerek önümüze sunuluyor ve bizler birbirinden ayrı kozalar içinde var olmaya devam ediyoruz.. Çünkü algoritma dediğimiz şey odağına gerçek, kopya, güzel, çirkin, adil, haksız, iyi kötü gibi terimleri değil etkileşimi koyması için tasarlanmış durumda. Herkes kendi telefon ekranından kendisi için özel olarak yaratılmış bir “gerçekle” karşı karşıya bırakılıyor. Binlerce yıldır anlatılagelen toplumsal öğretilerin ve doğru olarak bilinen her şeyin sonuna geldik asıl gerçek bu.
Sosyal medya uzun zamandır kendi irademizle seçtiğimiz kişileri değil algoritmanın bizim etkişime geçeceğimizi düşündüğü içerikleri önümüze çıkartıyor. İçinde drama, aksiyon, performans ya da tatlı hayvanlar olması şartıyla herhangi bir yabancının yaratmış olduğu en “olaylı” içerik önümüze çıkartılıyor. Birinin başına gelen belki de en özel hikayeyi dinlerken kişisel olarak birbirimize en uzak yerde duruyoruz.
Bizler aa, oo, vaay derken üzerinde düşünmemiz gereken derinlikli konular değerini kaybediyor ve ağır gelmeye başlıyor. Ve bütün bu delilik içinde insanların kendi suretine en fazla maruz kaldığı bu ayna dünyada kendi performansımızla yüzleşiyoruz. Kendimizi insani gerçekliğimiz olan yaş alma, değişme, başkalaşma özelliklerimizi birer hastalıkmışçasına algılamamıza sebep olan öneriler arasında bulup, kurumsal logomuzu değiştirir gibi modifikasyon seçenekleri araştırıyoruz.
Bu toplumda kadınların işi olan güzellik, onların köleleştirilmesinin tiyatrosudur. Kadın güzelliğinin tek bir standardı onaylanmıştır: Kız.
Susan Sontag
Yaşlanmanın Çifte Standardı
Kendi kopyanı yaratmaktan bahsedip konunun en iddialı işi olan, bu ay vizyona giren ve yakında Mubi’de izlenebilecek olan Substance’dan bahsetmeden olmaz. Bugüne kadar izlediğim en iyi filmler listesinde ilk 10’a rahatlıkla alabileceğim bu film kadınların yaşlanmasıyla, değişmesiyle ve metamorfozuyla ilgili toplumsal ve kişisel ne kadar beklenti varsa hepsiyle yüzleşiyor. Bir yandan dünyadaki istisnasız her ürünün tamamen kadınlık performansı üzerinden pazarlanıyor olmasıyla tek tip bir dişiliğin yüceltilmesi için verilen ekstra çaba, bir diğer yandan dişiliğin dönüşümünden bu denli nefret edilmesi ve bu yolda dönüşülen canavarlaşma daha dahiyane anlatılamazdı. Film üzerine daha fazla konuşmak istesem de spoiler olmaması için gerisini ileri bir tarihe saklıyorum.
Herkes dişidir |. ] dişilik, tüm politikaların, hatta feminist politikaların bile isyan ettiği, kendini inkârla tanımlanan evrensel bir cinsiyettir. Daha basit bir ifadeyle: Herkes dişidir ve herkes bundan nefret eder.
Andrea Long Chu
Afrikalı kadınların boyunlarını uzun göstermek için yıllar boyunca üst üste taktığı boyunluğun günümüzde yüze sıkılan dolgudan bir farkı yok bana kalırsa. Bedene zarar vererek onu güzelleştirme beklentisine sahip olmamız kültürlerimizin içine geçmiş en garip uygulama. Kendi canlılığımızın getirdiği değişkenlikten nefret ediyor, bedenimizi kabul edilen en iyi halinde dondurarak kurumsallaştırmayı arzuluyor, daha iyi versiyonlarımızı yaratarak zamana, bilinmezliğe ve gerçekliğe meydan okuyarak ölümlü oluşumuzla bu şekilde başa çıkmaya çalışıyoruz galiba. Tüm bu baskının en çok kadınlar üzerinde yıkıcı bir etkisi olduğu bir gerçek ve Substance gibi yapımlar çoğalsa da teknolojik gelişmeler el verdikçe kadınlar kendi beden bütünlüklerini daha iyi bir doppelganger’a ulaşma umuduyla yok edip bir marka adı olmayı tercih etmeye devam edecek gibi gözüküyor.
Ben ise 36 yaşımda nişimi hala bulamadım. Ama gerçek bir insan olarak değişip, dönüşmeyi, bu dönüşümün içinde farklılaşan fikirlerimi benimsemeyi ve beni sınırlandırmayı seçen algoritmaları pek takmamayı başardım diyelim. Şimdilik…
Toplumsal olarak kendimizi genç ve güzel göstermeye çalışmakla yükümlüyüz ve bunu başaramadığımızda, başardığımızda olduğu gibi alay ediliyor ve aşağılanıyoruz. Bu kadar çok feminist sanatçının ciddiye alınmak için çirkinliğe, iğrençliğe ve kabalığa yönelmesine şaşmamalı.
Lauren Elkin - Art Monsters
Bu yazıyı beğendiysen hem yukarıda hem de aşağıda bulunan kalp işaretine tıklayarak yazımın daha fazla insana ulaşmasını sağlayabilir ve beni çok mutlu edersin! Ayrıca beğenebileceğini düşündüğün diğer kişilerle paylaşarak bu platformun duyulması ve gelişmesine destek olabilir misin? Bunlardan birini ya da her ikisini de yapabilirsen katkına müteşekkir olurum. Bana her zaman yorumlar aracılığıyla, erturknil@gmail.com ile mail üzerinden ya da instagramda @nilerturk hesabından ulaşabilirsin.
Son zamanlarda kafa yorduğum birkaç meseleyi böylesine akıcı, parlak bir zihinden ve kalemden okumak çok iyi geldi🧡 enfes bir yazı. teşekkürler
Son zamanlarda okuduğum en nitelikli yazılardan biri, kaleminize sağlık 🤍