Kendini ifade etmekte zorlanıyor musun? Fikirlerinden ötürü sosyal medyada zarar görebileceğini düşündün ya da deneyimledin mi hiç?
Bir kaç yıl önce küçük çaplı uluslararası bir konferansa, Türkiye’deki bloggerlık ve lokal markalarla olan işbirliklerim hakkında zoom üzerinden konuşmak üzere katılmıştım. Konuşmamı önden hazırlayıp, orada okuyarak paylaşmak istedim ve yazarken son 15 yılda nelerin değiştiğini çok daha net anladım. Büyük sosyal medya çağının en başında, bizler daha “tüketicinin gerçek sesi” iken aslında bugünlerin yüzleşme dönemine büyük bir hazırlık yapıyormuşuz.
Kendimden alıntı yapmam gerekirse bahsettiğim özet şu şekildeydi.
Sıradan tek başına bir kız olarak, ana akım medyanın desteği olmadan, binlerce insanı etkileyebilmek? Ne büyük kuruluşlar, ne de moda basını böyle bir şeyi öngörebilmişti. Trendleri, neyin nasıl yapılacağını, kimi örnek alacağımızı belirlemeye o kadar alışmışlardı ki, dönemin gençliği tarafından gafil avlandılar. Bu planlanmış bir hareket değildi ama yine de tüm sistemi sarstı. Tüketicinin gerçek bir sesi vardı!
Yıllar geçtikçe tıpkı ana akım medyanın, tüketiciler üzerinde sahip olduğum bu etkiyi beklemediği gibi, ben de ana akım medyanın, blogger olarak tekil bir ses çıkarma eforumu, sessizce ele geçirmesini beklemiyordum. Kendilerini bizim dünyamıza yerleştirmeye başladılar ve o zamanlar bunun tehlikesini düşünmedim, sadece çalışmaya devam ettim…
Bizler ‘dergilerde, filmlerde, ayarlanmış işbirliklerinde gördüğümüz medya yaratımı “ünlü”lere benzemiyoruz, sokaktaki kız bu değil!’ derken 10 yıl içinde medya kanalları bu sefer sokaktaki kızı billboardlara koyup yine sistemi kendi kontrolüne aldı. Aslında medya ve toplum arasındaki satranç oyununa baktığımızda her zaman böyle etki-tepki şeklinde ilerlemiş süreç. Reklamcılığın mimarı Edward Bernays’in bu sistemi nasıl oluşturduğu, ve 1920’lerden 90’lı yıllara kadar medyanın toplumu nasıl şekillendirdiğini merak ediyorsan youtube’da izleyebileceğin 3 saatlik bir belgesel önerebilirim, adı Century of The Self (buraya da Türkçe altyazılı olarak izlemek isteyenler için linki ekliyorum). Bence içinde bulunduğumuz dünyayı anlamak için izlenmesi şart.
Aslında Möbius şeridi gibi dönüp duruyoruz. Medya, bizi hapsettiği realitede, ürün pazarlamak için bir önermede bulunuyor, toplum bir süre sonra önerilenleri beğenmeyip kendi çıkışını tasarlıyor, daha sonra medya bu duruma adapte oluyor ve aynı döngü gerçekleşip duruyor. Son 10 yılda geldiğimiz yer ise karşılıklı olarak birbirini sansürleme noktasında. Yani eskiden sadece medya kuruluşları, yazılı basın ya da devletin kendisi beğenmediği etki sahibi birinin fikirlerinin yayılmasını önlemek isterken, şimdi toplum bir markayı ya da etki sahibi kişiyi kendi bakış açısına uymadığı için sansürleyebiliyor. Bu gücü elimize alabilmiş olmak harika bir çalım, ama medyanın buna karşılık verme planı, bizi nasıl bir geleceğe sürükleyecek hep beraber göreceğiz.
Elvis filmini izlemişsindir, izlemediysen ve hikayeye çok hakim değilsen kısaca bahsedeyim. Elvis’in başarısı aslında toplumun ihtiyacı olanı vermekten geliyor, çıkış yaptığı 1950’lerde şarkıcılardan beklenen sahnede durağan bir şekilde şarkılarını icra etmeleri. Ancak Elvis parıltılı kıyafetleri ve siyah Amerikalıların kilise danslarını anımsatan şovlarıyla zamanın yetişkinleri ve büyük medya kuruluşlarını son derece rahatsız ediyor. Tıpkı bizim zamanımızın Britney Spears’ı gibi, gençleri kötü yola teşvik etmekle suçlanıyor ama Elvis zaten o gençliğin bir parçası olarak ihtiyaç duyulan özgürleşmeyi getiriyor müzik dünyasına. Sansür üstüne sansür yiyen Elvis’in engellerle dolu hayatı bugün yaşasa karşılaşmayacağı zorluklarla dolu. Çünkü ana akım medya daha kontrollü olmakla beraber, toplumun sesini de kaale almak zorunda artık. Çünkü toplumun bir mecrası var.
Ancak burada hassas bir denge başlıyor, o da cancel culture (iptal etme kültürü). Benim gözlemlediğim kadarıyla ciddiyetle yaklaşılması gereken bir durum. Çünkü toplum olarak ses çıkartmamız sonucu iptal edilen marka/kişi/işlerle ilgili bizden farklı düşünen bireylere karşı olan tutumumuz, çevrimiçi şiddete varabiliyor. İşte sorun burada başlıyor.
Birkaç ay önce karşıma çıkan bir podcastte, kendisi PayPal, Airbnb, Facebook, SpaceX, Twitter, Uber gibi şirketlerin kurucu ortağı ya da ilk yatırımcılarından olan David Sacks, tam da bundan bahsediyordu. Bu şirketlerin kuruluş amacı bir tür özgürleşme, itaatsizlik ya da sistemi demokratize etme iken, yapılan değişiklikler ve el değiştirmelerle artık kullanıcılarını yönlendirme, kısıtlama hatta afaroz etme gücünü ellerinde taşıyorlar. Sansür konusu ülkecek fazlasıyla aşina olduğumuz bir durum elbette ama çoğumuz günlük hayatlarımızda bu sansürün etkisini, sansürlenen kişinin kendisi kadar yaşamıyoruz kabul edelim. Fakat gidişata bakılırsa, hayatlarımızı teslim ettiğimiz bu aplikasyonlar destek olduğumuz bir yardım kampanyası, sinirlenip paylaştığımız bir tweet, ya da devletin çıkardığı bir yasaya katılmıyor oluşumuzdan ötürü dijital kullanımımızı kısıtlayabilir hale gelme yolunda adımlar atıyor. Yani terazinin ne tarafında olursak olalım o gün güç sahibi olan kişi kimse, bankacılık işlemlerine ulaşım, online kimlik tanımlama, bir otele rezervasyon yaptırma ya da basitçe fikir beyan etme özgürlüklerini, sevilmeyen bir fikre destek olduğun için elinden alabilir olacak. Örneğin Viral Etki yazımda bahsettiğim, çoğunluk tarafından tepki çekse de podyumda yürüyen kıyafeti beğendiğini söylediğin için, ya da sansürlenen bir markadan yine de alışveriş yapmak istediğin için dijital işlemler yapmanın kısıtlandığını düşünsene.
David Sacks’in bölümünü dinlersen buna örnek oluşturan pek çok durumun Amerika’da şimdiden (sev ya da sevme) bazı popüler isimlerin başına gelmiş olduğunu ya da Kanada’da devletin onaylamadığı bir protesto sırasında, protestoculara esnaf olarak dondurma ya da su sattığı için banka hesapları dondurulan insanlar olduğunu duyacaksın zaten.
Benim moda alanında yakınlarda gördüğüm iki örnek, Daniel Roseberry’nin hayvan kafalarına övgü mesajı yazdığı için, aslında çok sevilen popüler kültür paylaşımları yapan bir instagram hesabına, “bunu beğendiysen seni takipten çıkıyorum” mesajları yazıldığını görmem. Ya da Balenciaga olayından sonra mağazadan alışveriş yaparken görülen insanların mağaza çıkışında linç edilmesi, çalışanlarının taciz edilmesi gibi durumlar.
Çevremizdeki herkesle her konuda aynı fikirde olmayı beklediğimiz, ve ancak böyle olursa dünyanın iyi bir yer olacağına inandığımız bir yanılsama içindeyiz sanki. Yaptığımız her seçim artık büyük resimde politik bir söylem olma yolunda gidiyor ve büyük kuruluşların verdiği zararları eleştirme yoluna giderken, kendimizi birbirimizi boğazlarken bulmamız an meselesi. Kişisel fikirlerin yüzünden toplumdan gerçek anlamda dışlanmanın bir korku olarak yerleştirilmesi, günün sonunda hepimizi olumsuz etkileyecek ve tektipleştirecek bir durum.
Peki bu durumda ne yapalım hiç bir düşüncemizi paylaşmayıp, bir hayalet gibi bu dijital çağa dahil olmadan mı yaşayalım? Tabii ki hayır, çözümün bu olduğunu düşünmüyorum. Ben en çok bireysel aktivizme inanan biriyim. Yani yaptığımız kişisel başkaldırıların, küçük itaatsizliklerin aslında sistemi sarsmak için gerekli altyapıyı sağladığına inanıyorum. Saklanmak ve sesin yokmuş gibi yaşamak zaten sistemin istediği çokluğun içinde kaybolmana sebep olacak durumu yaratıyor. Ama bir kişiyi sana uymayan fikirleri sebebiyle linç etmek, sadece korkuya hizmet ediyor. Halbuki lincin arkasında yatan güçlü motivasyonu, doğru yapılanı ön plana çıkartmak ve desteklemek için kullansak gerçek bir kırılım yaratabiliriz.
Sistemi kar etmek için kullanan, büyük bütçelere sahip, kendilerini yenilmez olarak gören pek çok kuruluşa karşı bir yaptırım gücümüz var, o da kişisel tercihlerimizi yönetebilmemiz. Onlar bu gücü kontrol etmenin yeni yollarını yasallaştırana kadar, möbius şeridinin güçlü tarafında biz duruyoruz. Odağımızı kaybetmeyip bizi yönlendirmek istedikleri birbirine saldırma ve herkesi polisleştirme tuzağına düşmemeliyiz bence.
Çoğu zaman, farkında olmasak da yanlış bir fikrin, ya da eskiden doğru olduğu düşünülen ama değişmesi gereken bir bilginin peşinden, sırf çoğunluk orada diye gidebiliyoruz. Sana yanlış gelen ortamdan, içerikten, haberden, diziden ve kitaptan çıkıp keşfedilmemiş yönlere gitme kararını vermesi gereken sensin. Herkesin konuştuğu aynı şeyleri bozuk plak gibi başkalarına tekrar eden bireylere dönüştüğümüzü ve bu tembelliğin bizim sonumuz olduğunu anlamak gerek.
Hepimiz kendi alanımız neyse orada ana akım medyanın haberlerine, her yerde pazarlanan ürüne, sektör tarafından söylenen aynı fikirlere eleştirel bir gözle bakmayı öğrenip bunları satın almamayı başarmalıyız. Başkasının fikrinin ne olduğundan çok, kendi fikrimizin ne olduğuna odaklanmalıyız. Blogların ya da bağımsız gazetelerin bizde yarattığı keyif neydi? Farklı bir bakış açısına, ana akım söylemden duymadığımız bir düşünceye ulaşabilme hazzı değil miydi? Bu içeriklere var olma şansı vermek bizim kontrolümüzde.
Yani örneğin tüm dünya Harry&Meghan nasıl da kötü kalpliler diyorsa, onların neden öyle olmayabileceğini düşünmek istiyorum. Bir filmi sırf netflix’te popüler olduğu ve güncel kalmam gerektiği için izlemiyorum. Vaktimi vereceğim işin bana katacaklarını düşünüp, bağımsız işleri bulmak için vakit harcıyorum. Bir şeyleri kaçıracağım endişesine değil, yeni bir şey keşfedeceğim heyecanına odaklanıyorum. Çok popüler olan bir mekana gitmek için sıra beklemek yerine, zamanımı kimsenin okumadığı bir kitabın içinde kaybolmak için harcıyorum. Farklı sesler çıkartmaya, yorumunu beğenmesem de çıkartan herkese saygı duymaya çalışıyorum. Çünkü yarın popüler bir düşüncenin diğer tarafında olacak kişi ben olabilirim. Bunlar benim kendime yaptığım hatırlatmalar. Ne zaman popüler bir düşüncenin tavşan deliğine girsem, ordan çıkmak için karşı argümanlar bulmaya çalışmak için kendimi zorlamaya çalışıyorum ve artık bu otomatik olarak gelişmeye başladı bile. Ama bunu sadece karşı çıkmış olmak için değil, daha barışçıl ve şiddet içermeyen bir bakış açısı bulmak adına yapıyorum. Başkasının farklı düşünebilme özgürlüğünü hiçe saymadan, aynı kümenin içinde varolabilmenin yolunu arıyorum.
Ha tabi bu durumun bir de gerçekten zararlı fikirler paylaşan insanlarla ilgili bir tarafı da var. Zaten alınan önlemlerin çoğu aslında bu fikirlerin engellemesi amacıyla ortaya çıkmış. Kadınlara, çocuklara, hayvanlara ya da doğaya karşı düşmanlık besleyen insanların fikirlerini beyan etmesinin, düşünce özgürlüğü kapsamına girdiğini kimse savunamaz bence. Ama işte zararlı bir söylemde bulunan insanla, sevilmeyen bir “politik” söylemde bulunan insanı ayırt edecek yapay bir sistem de ne yazık ki mevcut değil, o sebeple bu ayrımı yapabilme görevi bizde. Tıpkı Balenciaga örneğinde olduğu gibi, orada çalışanların bir anda markanın davranışlarından sorumlu tutulup, mağaza çıkışında zarar görmesini, tehdit edilmesini isteyemem. Ya da bana her ne kadar saçma gelse de, Schiaparelli’nin hayvan kafalı kıyafetlerini sanatsal gören birisi, bu fikrini beyan edemesin istemem. Ben kendi tepkimden ve satın aldıklarımdan sorumluyum sadece. Rahatsız edici fikirler insanlar arasında çok daha fazla ses getirirken, daha barışçıl yöntemler bulmaya çalışan, köprü kuran düşünceler bu hızda yayılmıyor. O yüzden dünyaya karşı umudumuz da azalıyor. Belki de üzerinde çalışmamız gereken şey hangi fikirlere ses olduğumuz, neye alan açtığımız ve neleri yaydığımızdır. Ve savunduğumuz şey bu kararı bizim yerimize verecek kontrollü bir aplikasyon olması değil, kişisel ifade özgürlüğümüz olmalı.
Tanımlanabilir ve tahmin edilebilir çoğunlukları oluşturmaktansa, her birimizin bambaşka potansiyelleri ve dünyaya katacaklarını ortaya çıkartmasını sağlayacak yöntemler bulmalıyız. Bu alacağımız küçük kararlara ve otomatik pilota bağlamış hayatlarımıza biraz çomak sokmamıza bağlı. Bunları yapmalıyız ki sistem bizi “X ürünün pazarlanacağı, Y zevkleri olan Z kişilerinden” biri olarak belirleyemesin.
Senin kalabalıklardan farklı düşünüp de söyleyemediğin neler var? Bunu düşünme özgürlüğün için neler yapıyorsun?
Gitmeden, bu konuyla ilgili izlemen gerektiğini düşündüğüm harika bir analiz performansı gönderiyorum sana. Ne yazık ki Türkçe altyazısı mevcut değil ama İngilizcen iyiyse zihnin için harika bir besin olacağını garanti edebilirim.
Bu arada paylaşımlarımla ilgili sevdiğin/sevmediğin şeyleri belirtmek ya da daha fazla içerik istediğin konular hakkında bana her zaman mail ya da instagram üzerinden ulaşabileceğini de söyleyerek bugünün yazısını sonlandırmak isterim.
Ciao,
Nil
Okudum, tekrar okuyacagim sakin kafayla, dusuncelerimi genisletti sanki.. cok hosuma gitti bakis bu bakis acisi.
Güzel yazı . Teşekkürler .