Geçen hafta annemle sohbet ediyoruz, bana gözlerinde merhametle, bir annenin her daim görevi bildiği, çocuğunu onda gördüğü potansiyele doğru uçması için çatıdan atan ebeveynin eminliğiyle; kabul etmelisin ki sen biraz tembelsin dedi.
Bu söylediğini canımı acıtmak için ya da bir eleştiri olarak söylemedi, sadece durum betimledi. Zaten bunu duymak da beni hiç üzmedi çünkü çalışkan ya da tembel olma sıfatları benim yaralarımdan biri değildi - yani artık değil, yaşasın iyileştiğini fark ettiğin anlar. Yani annem bana baktığında bunu düşünürken, bir başkası bana bakıp ne kadar çalışkan biri diyordur eminim ki. Ve bu, benim kendimi görme şeklimi değiştirmiyor (en azından bu konuda, yoksa beni anında cenin pozisyonuna geçirecek daha çok sıfat olduğunu belirtmek isterim.)
Çağımız değerli olma kıstaslarından birisi çalışkan olmak çünkü. Hatta daha çok kendi değerimizi kendimize kanıtlamak için kullandığımız ve başkalarına da projekte ettiğimiz bir yargı şekli. Tembel olmamak. Ağustos böceği gibi yatmamak. Her zaman, her şekilde, ne olursa olsun, en üst potansiyelin neyse onu hedeflemek ve durmaksızın çalışmak. Çok çalışıp kendini paraladığında ise kendine bakmayı bilmeyen, akıl sağlığını koruyamayan, sevdiği şeylere vakit ayırmayan, kendini heba eden biri oluyoruz mesela. Ben açıkçası kendimi bu iki halin ortasında gören biriyim, ve bunun adına huzur diyorum. Benim huzur tanımım bu. Bir başkasının huzur tanımı ise kendine koyduğu uzun yapılacaklar listesini tamamlamaktan duyduğu haz olabilir mesela. Her şeyi yapmakla, hiç birşey yapmamak arasında bir denge oluşturulabilir.
2019 yılında yayınlanan bir makale, Millenial olarak bilinen, benim de dahil olduğum jenerasyonun, tükenmişlik sendromu jenerasyonu olduğunu yazıyordu. Yani çöpü dışarı çıkartmak, terziye pantolon bırakmak, doktor randevusu almak, bir maile cevap vermek gibi küçük ve fazla çaba gerektirmeyen işleri yapmak yerine ölmeyi tercih ederken, ülke değiştirmek, teknolojik icatlar geliştirmek, kitap yazarken bir yandan 9-5 çalışmak vs. gibi aslında büyük eforlar gerektiren işleri tamamlamak konusunda çaba sarfetmekte hiç bir sakınca görmüyoruz.
Makalenin giriş kısmında şöyle bir bölüm var; (ingilizce aslından ben çevirdim)
Neden bu günlük işleri halledemiyorum? Çünkü tükendim. Neden tükendim? Çünkü sürekli çalışmam gerektiği fikrini içselleştirdim. Neden bu fikri içselleştirdim? Çünkü hayatımdaki her şey ve herkes küçüklüğümden beri - açıkça ve dolaylı olarak - beni buna teşvik etti. Hayat her zaman zordu, ama milennial jenerasyonu bununla baş etmek için bazı şekillerde donatılmamıştı ve bu sebeple bizim için zorlaştı.
Peki şimdi ne olacak? Daha mı fazla meditasyon yapmalıyım, daha fazla mola için pazarlık mı etmeliyim, ilişkimdeki görevleri delege mi etmeliyim, canım kendimcilik mi oynamalıyım, ve sosyal medya kullanımıma zamanlama mı getirmeliyim? Kendimi nasıl, başka şekilde söylemek gerekirse, bu günlük işleri hallederek tükenmişlik sendromumu teoride iyileştirecek en iyi halime getirebilirim? Millenial jenerasyonu olarak otuzlu yaşlarımızı yaşarken, kendimize sürekli sorduğumuz soru bu - ve yeterli bir cevap veremiyoruz. Çünkü belki de en başta sorunun kendisi yanlıştır.
Yani baktığında, dünyada savaşa gitmiş, her türlü felaketi yaşamış, sırtlarında gerçekten taş taşımış insanların olduğu jenerasyonların yanında, bizimkinin tükenmişlik sendromu olarak etiketlenmesi, eminim sana da komik gelmiştir… Ama işte sorunumuzun temelinde de belki bu zorlandığın yeri görmek yerine, kendini başkasının daha kötü olduğunu düşündüğün haliyle karşılaştırıp, kendinde o hakkı görmeme olabilir.
Baktığında insanlık tarihinde çocuk olmanın ne olduğunun idrak edildiği ve az da olsa ona göre davranıldığı neredeyse ilk nesiliz. Her neslin bir diğerinden daha bilgili olduğunu var sayarsak, biz çocukken, yaşadığımız çağın en bilgili jenerasyonu elinde büyümüşüz demektir. Yani çoğumuz kendi anne babamız gibi bahçelerde ya da sokaklarda gözetimsiz hatta tehlikeli olabilecek şekillerde oyunlar oynayarak değil, daha korunaklı ve ayarlanmış, kapalı ya da bilinir alanlarda sosyalleşip oyunlar oynadık. Aramızda hala anne babaları gibi daha gözetimsiz bir ortamda büyüyen de çoktur eminim, ve onlar da belli ki bu gündelik işleri en kolay bitirenlerden olabilir bu mantıkta! (ben onlardan biri değilim ama kocam tam da böyledir mesela)
Bugün tükenmişlik sendromundan muzdarip millenialların büyürken öğrendiği, onlara sürekli olarak tekrarlanan öğreti; derslerine çalış, çok şey öğren, iyi bir iş sahibi ol. Bunun yanlış olduğunu söylemiyorum ya da bunu söylediği için bir önceki jenerasyonu suçlamıyorum, çünkü onların deneyiminde, aktarmak istedikleri en doğru hayatta kalma tavsiyesi buydu. Bizim çocuklarımıza, kendileri olmanın mutluluk getireceğini anlattığımız gibi, onların mutluluğa giden yolu da buydu. Çok eski olmayan, dünyanın her yerini etkileyen savaşlarla büyüyen nesillerin belki de en özlem duyduğu, ama sadece küçük bir azınlığın sahip olabileceği şeydi eğitim hakkı. Çok da uzun olmayan bir zaman önce sadece ayrıcalık sahibi insanlar okula gidebilirdi ve eğitim sahibi olmayanların hayatta çok fazla şansı yoktu. O sebeple bu öğreti ile büyümüş bir nesil, eğitim şansının artmasıyla bunun için çabalamanın en iyi şey olduğunu aktaracaktı. Zaten günümüze kadar bir insanın dürüstçe çalışıp kazandığı parayla ev, araba, yazlık gibi pek çok maddi dünya “gerekliliklerini” alabilmesinin yolu da buydu. Çok çalışmak. Nasıl, şimdi de bu kısım komik gelmiştir değil mi?
Aslında bizim jenerasyonun diğerlerinden ana farkı, çalışıyor oluşumuzun dijitalleşmeyle beraber belgelenebiliyor oluşu ve ödüllendirme sisteminin de buna göre değişmiş olması. Yani artık işin işe gittiğinde değil, telefonun olan her yerde seninle beraber olması, her saatte e-mail ya da whatsapp ile ulaşılabilir olmak, her mecradan fikir yağmuruna tutulmak, bu fikirleri uygulamak için kendimize sürekli olarak baskı uygulamak, bunları yaparken sosyal medyada, işinizin tanımına göre ya instagram, ya twitter, ya da linkedin’de çevrenizi ve kişisel markanızı yaratmak ve ona göre içerik paylaşmak, yapılması gereken ‘görünmez’ işler. Bunun üzerine hayatın gerçek görünmez işleri eklendiğinde ise alın size bir sirk gösterisi. Ne tarafta sinir krizi geçirmemi istersiniz? Şu yönde devam ederseniz ayakkabımı bağlamak için harcadığım 5 saniye içerisinde stresten kaybettiğim hayatımın potansiyel 4 yılında neler yaşayabileceğimin gösterimine katılabilirsiniz, evet popcorn mevcut - hayır yerli tohum merak etmeyin. Olur da ağzınıza zararlı olabilecek bir şey girmesinin, psikolojinizde yaratacağı stresle yıl kaybınızı ikiye katlayacak olmasına göz yumamayız.
Garip olan bunları yaptığınızda da yapmadığınızda da hala tembel olarak görülmeye devam ediyorsunuz, çünkü yaptığınız işlerin çoğu telefon üzerinden kolaylıkla halloluyor. Hatta artık her şey için bir aplikasyon var, yerinizden kalkmanıza bile gerek yok, yaşasın!
Bazen, sosyal medyayı eskisi kadar günümü belgeleyerek kullanmayı bırakmamı buna bağlıyorum. Görünen, bunun için harcadığımız çaba yerine, etrafımızdaki herkese sürekli olarak keyif yapar halde gözüküyor olmak. Yani bir kahve içtiğimiz, ürün denediğimiz, arkadaşımızla birlikte olduğumuz zamanları dökumante ederken hayatın dertlerinden uzak, ağustos böceği gibi bir hayat yaşıyor gibi gözüküyoruz, hepimiz. Asıl yaptığımız işi yaparken bir yandan beynimizde çocuklarımızın küçülen kıyafetlerini belirlemek, eğitim ihtiyaçlarını karşılamak, hastalıklarını iyileştirmek, sağlıklı beslenmek - ki geçmişe göre çok daha fazla mental baskı yaratan bir konu - okunması gereken kitaplara göz atmak, birlikte çalıştığımız insanların her birinin ihtiyaçlarını anlayabilmek için nabız kontrolü yapmak, evde biten ihtiyaçların siparişlerini vermek, izlemek istediğimiz bir filme başka bir şey düşünmeden konsantre olmak için verdiğimiz zihinsel çabayı kimse görmüyor oysaki.
Beni sürekli çeken bir realite şovum olmadığı için, tüm işlerim arasında bir de online personama yatırım yapmak için, onu sahip olduğum değerleri yansıtacak şekilde fotoğraflamanın yollarını düşünüp, emek ve çaba harcıyorum. Bir yandan da gelecekte herkesin bir realite şovu olacağını düşünüp kendi uykularımı kaçırıyorum. Sonra vaz geçip bunları yapmadığımda ise kişisel markama yeterince çaba sarf etmediğim ya da çalışıyor gözükmediğim, yaptığım işleri dijitalleştirmediğim için tembel kategorisine giriyorum. Bir önceki jenerasyonun çalışkanlık barometresine asla giriş yapmayacak bir çaba gösterme bu.
Sanırım 20’li yaşların sonlarında, ya evrimsel ya toplumsal bazı sebeplerden, artık gerçek bir yetişkinim ve hayatı ciddiyetle yaşamalıyım hali geliyor insana. Sanki eğlenmenin, düşünmeden keyiflenmenin bir sınırı varmış ve oraya gelmişsin, artık gerçek hayat başlamış, altında ezilme sırası sana gelmiş. Elbette buna bir de ebeveyn olma süreci eklenince, hayat sadece planlanıp yaşanması gereken bir zorunluluk olarak algılanmaya başlıyor, hele ki bizimki gibi emeğinin karşılığını almanın garantisinin olmadığı ülkelerde. Tembellik yapmak bir yetişkinin yapabileceği en büyük günahlardan biri olarak beynimize kazınıyor.
Sonra aynı mevsimler gibi o duygu da yerini başka bir olasılığa bırakıyor ve geçip gidiyor galiba. En azından şu an yaşadığım deneyim bu. Pelin Dilara Çolak’ın bir podcast bölümünde duyduğum, bilgiyi deneyimleme özgürlüğünü kendimize verme konusu da bu düşüncelerimi çok iyi artiküle etti. Ben dünyanın yapıştırdığı etiketlerdeki çalışkan olma halini de, tembel olma halini de deneyimledim. “Tembellik” yaptığım sırada okuduğum, öğrendiğim, zihnimi beslediğim, kendi etkimden korkar hale geldiğim ölçüp biçme halinde geçen uzun bir zamanın ardından, kendimi yeni bir mevsime ve hayatın içine yeniden davet ediyorum. Tembel olarak algılandığımda tetiklenmediğim, çalışkan dendiğinde bu sıfatı hakettiğimi göstermek için kendimi paralamadığım daha huzurlu bir yerdeyim. Bazen çok şey yapıp bazen az şey yapıyorum. Bazen çok yapıp az paylaşıyor, bazen az yapıp çok paylaşıyorum. Ne zaman meyve verdiğimi, ne zaman küstüğümü iyi biliyorum. Aslında daha çok bir sonraki jenerasyona bırakmayı planladığım hayatlarını mahvedecek öğreti üzerine çalışıyorum.
Çok öptüm,
Nil
Hiç Taylor Swift önereceğimi düşünmezdim - neden bilmem, sanırım çıkışı benim indie rock dönemime denk geldiği için kendisine hep göz devirmiştim. Yani Adale varken Taylor Swift mi önereceğiz Nil’cim… Ama geçen gün kızımla beraber son klibini izlerken gözüm altyazılarda şarkının sözlerine takıldı, sonra ben de ekrana takıldım. Sen de benim gibi Anti-hero şarkısının sözlerini dikkatli dinlemediysen diye gönderiyorum. (Buraya eriyen emoji suratı gelecek)
Bu yazınızı herkes görsün istedim, tanıdığım herkese okutmak istedim açıkçası. Tam cümlelere dökemediğim, ama her satırda evet çok doğru dediğim bir yazı olmuş. Bence bazı kelimeleri hangi anlamda kullanmamız gerektiğini biz bilmiyoruz. Çalışmayıp evde bütün gün ev işi yapıyorsun, ama iş sahibi olmadığın için tembel oluyorsun, 9:00-17:00 çalışıp evi boşladığında da bazılarına göre yine tembellik oluyor. Çoğu akrabama ve arkadaşıma göre bir işinin olması ve sigortanın ödenmesi onlar için iyi bir hayat. Ama huzur kelimesi, işini sevme hiç konuşmalarda geçmiyor. Bunu sen dile getirdiğin zaman da sana delirmişsin gibi bakıyorlar. Örneğin meditasyon diyosun, onlar için boşa geçen 20 dakika. Çünkü onlar o 20 dakikada atom parçalıyorlar.
Teşekkürler.