Substance, female gaze ve teknik bilgiler
Film çıkışında uğradığımız market rafında duran gazete manşeti dikkatimi çekti. 5 ÇOCUK ANNESİ, POPO KALDIRMA İŞLEMİNİN ARDINDAN VEFAT ETTİ. Asıl bu kadının sonu fazla gereksiz değil miydi?
Yaşamımız ne kadar uzarsa kendimize olan yabancılaşmamız o kadar artar. Gençliğimizin en iyi zamanlarının çarpıtılmış her versiyonu, bir öncekinden biraz daha az tanıdık gelmeye başlar. Genç ikizinize ne kadar çok tutunursanız, kendinizin ameliyatla enjekte edilmiş bir parodisine ya da daha kötüsüne dönüşme riskiyle karşı karşıya kalırsınız. Dorian Gray'in Portresi'nin kaçırılmaması gereken uyarısı da budur: Sonsuz gençliği arar ve yaşlanan ikizinizin gerçekliğini inkar ederseniz, ikinizin de sonu ölüm olur. - Naomi Klein, Doppelganger
Geçtiğimiz Eylül ayında Substance filmini Bulut’la beraber sinemada izledik. Filmi sinemada izleyip salonu eşi dışında sadece 1 kişiyle daha paylaşan nadir insanlardanım sanırım. Çünkü biliyorum ki, film insanlarda yoğun duygular uyandırdığı için kalabalık salonlardaki tepkileri gözlemlemek de deneyimin bir parçası olarak anlatılıyor.
Liza okuldayken işlerimize mola verip gün içi kaçamağı yaptığımız salonda film bitince ayağa kalkan ve yaratıcı bir sektörde çalışıyormuş gibi giyinmiş 40’lı yaşlarında gözüken beyefendi, "Aman tanrım Demi Moore neden böyle bir şeyde oynamış, sonu biraz fazla gereksiz değil miydi?" minvalinde ortaya konuşmaya başladı. Tabi salonda hitap edeceği tek insanlar biz olduğumuz için bu açıklamaların dinleyicisi olmak durumunda kaldık. Ahh fikirlerini ortaya öylece söyleme rahatlığı hisseden erkek özgüveni… Ben de karşılığında kendisine filmi çok beğendiğimi söylerken "canım film senin beğenin için yapılmamış olabilir mi acaba?" demedim. Kalbini kırmaya gerek yok, her şeyin onun için varolduğunu düşündüğü balonuna bir süre daha sarılmak istiyor olabilirdi.
Film çıkışında uğradığımız market rafında duran gazete manşeti dikkatimi çekti.
5 ÇOCUK ANNESİ, POPO KALDIRMA İŞLEMİNİN ARDINDAN VEFAT ETTİ
Asıl bu kadının sonu fazla gereksiz değil miydi? Sahi, dünyaya vefat ettiği haberi manşetten verilen bu adsız kadının haber değeri, kendisinin bir ANNE ve yaptığı son işin de POPO KALDIRTMA olmasındandı. Hayal etsene kendi fotoğrafının böyle bir şekilde gazetede yayınlandığını. Her kelimesinden ayrı bir suçlama akan bu manşette ise suçun gerçek faili olan male gaze (eril bakışa) yönelik bir açıklama bulunamadı.

Kadınlar için giyinmenin, makyaj yapmanın, saçlarını boyamanın, hızlı diyetlere girmenin ve yüz germenin amacı sadece çekici olmak değildir. Bunlar, kadınlara yönelik olan derin seviyede bir hoşnutsuzluğa karşı kendilerini savunmanın yollarıdır, bu tiksinti şeklini alabilecek bir hoşnutsuzluktur. Yaşlanmayla ilgili çifte standart, kadınların hayatlarını sadece çekici olmayan değil iğrenç olmadıkları bir duruma doğru amansız bir yürüyüşe dönüştürür.
Susan Sontag
Male Gaze (eril bakış açısı)
Sinemada yaşadığım olayın ardından Substance filmini sinematografik olarak tartıştığımız kalabalık bir grupta bulunan 5-6 erkeğin bana filmi hiç “feminist” bulmadıklarını söylemeleri üzerine artık bu male gaze hakkında düşündüklerimi yazıp içimden çıkartmak istedim. Çünkü fark ettim ki biz kadın olma deneyimini konuşmadıkça ve paylaşmadıkça ya da sadece kendi aramızda paylaştıkça diyeyim, dünya üzerinde sorgulama yapma gereği duymayan bütün gözler hayata eril bakış ile bakmaya devam edecek. Feminizmden anladıkları ise kadınların güzel, güçlü ve bağımsız olma hakkı gibi sığ bir yerde kalacak.
Peki kadınların “daha güzel” gözükmek için son derece tekinsiz gözüken ve hayati tehlike yaratan işlemleri bile göze almasının erkeklerin ise olup bitenden bu denli bihaber oluşunun sebebi nedir?
2013 yılında Meryl Streep davetli olduğu bir oturumda şu konuşmayı yapıyor.
Kadınlar erkeklerin dilini anlıyor, konuşuyor ve o dilde rüya görebiliyor ama erkekler kadınların dilini bilmiyor, anlamıyor ve konuşmuyor.
Bunun sebebi kadınların muhteşem bir anlayışa sahip olması ya da erkeklerin anlayış kıtlığı değil elbette, male gaze yani eril bakış açısının yüzyıllardır toplumların hikaye anlatıcılığını domine etmesi, görebilen herkese bu bakış açısını doğru bakış olarak kaşık kaşık yedirmesi ve kadınların hikaye anlatıcısı olarak rollerinin düpedüz yasaklanması ya da kısıtlanmış olması. Erkeklerin kadınların ne düşündüğünü bilmiyor olmalarının temelinde, eril bakış açısının dünyayı sadece kendi perspektifinde var olan bir yer olarak görmesi ve bu dünya içinde hareket ederken yaratmış olduğu etkiyi önemsemiyor olmasının normalleştirilmesi yatıyor.
Ve eril bakış açısının kadınları ve ötekileştirdiği herkesi, spesifik olarak düşünce sahibi bireyler olarak değil kendi bakış açısının uygun gördüğü şekilde nesneleşmiş objeler olarak göstermeyi tercih etmesi, subliminal olarak kadınların bakılacak bir objeden daha fazlası değilmiş gibi kodlanmasına sebep oluyor.
Haydi konuyu açalım biraz. Eril bakışı, patriyarkanın toplumda güçlü olan olarak belirlediği, yani erkek olarak doğmuş, genellikle beyaz ırka mensup, heteroseksüel, aksiyon odaklı ve avcı konumunda olan kişinin bakış açısı olarak özetleyebiliriz. Ancak bu bakış açısına sahip olmak için bu tanımlardan biri olmamıza gerek yok çünkü dünyayı görmeye başladığımız andan beri bize sunulan tüm imajlar, yaratılan bu bakış açısının bir çıktısı zaten. Bunun sonucu olarak kadınlar, heteroseksüel beyaz ırka mensup olmayan erkekler, ya da kuir bireyler de dünyayı çoğu zaman eril bakış açısının filtresiyle görselleştirmeyi normalleştirmiş durumda olabiliyor.
Hatta öyle ki herhangi bir filmde görmeye son derece alışık olduğumuz sahneye giriş yapan bir kadının poposunun (bazen de memelerinin) ekranın tam ortasına konumlandırılıp bizi de ona bakan izleyici konumuna düşüren bu bakışın, filmin içinde anlatılan hikayenin içeriğiyle hiçbir bağlantısı olmadığını sorgulamadan, bu kasıtlı konmuş kamera açısının normalleştirilmesine ortak ediliyoruz.
Yani bakış açısı dediğimiz şey film, reklam, fotoğraf, resim gibi görsel dünyalar yaratılırken kameranın arkasında olan kişinin tam olarak görmemizi istediği şeyi belirlemesi. Ve görmemiz istenen şey %90 oranla bir kadının herhangi bir vücut parçası iken, kamera erkeğe döndüğünde onun aldığı aksiyonu izliyoruz.
Bundan sonrası biraz sinema dersi niteliğinde olabilir teknik bilgilere meraklı olmayanlar yazıya aşağıdaki Female Gaze başlığından devam edebilir. (websitesi üzerinden okuyorsan sayfanın solunda bulunan 3 çizgiye basarak konu başlıkları arasında seyahat edebilirsin)
Skopofili : Bakmanın verdiği cinsel haz
1975 yılında, Visual Pleasure and Narrative Cinema makalesiyle male gaze (eril bakış) terimini ilk kez ortaya atan Laura Mulvey, iyi bir sinema izleyicisi olarak geriye dönüp baktığında, izlediği tüm filmlerde seyirci olarak bir kadına bakan erkeğin bakış açısında olduğunu fark ediyor ve yazdığı bu makale ile farkında bile olmadan beynimize kodlanan bu bakış açısının varlığını psikanalizden faydalanarak bize şöyle açıklıyor.
Sinema, izleyicinin bakışını kontrol ederek ve yönlendirerek, bilinçdışında var olan haz mekanizmalarını harekete geçiriyor. Ve popüler olan tüm filmlerde erkek bakışını tatmin eden bir skopofili mevcut
Mulvey'e göre sinemada iki tür skopofili var :
Başkasına bakmanın hazzı: Bu, izleyicinin perdedeki karakterlere bakarken aldığı hazzı ifade ediyor. Bu haz, genellikle voyörizmle ilişkilendiriliyor ve izleyiciye, karakterlerin farkında olmadığı bir şekilde onları gözetleme imkanı sunuyor.
Bakılıyor olmanın hazzı: Bu, perdedeki karakterlerin, özellikle de kadın karakterlerin, bakılıyor olmanın bilincinde olarak aldıkları hazzı ifade ediyor. Bu haz, genellikle narsisizmle ilişkilendiriliyor ve karakterin, izleyicinin bakışları altında kendi imajını yansıtmasına olanak tanıyor.
Mulvey, sinemanın bu iki tür skopofiliyi kullanarak, ataerkil düzenin güç yapılarını pekiştirdiğini savunuyor. Kadın karakterler, genellikle erkek bakışının nesnesi olarak sunulurken erkek karakterler ise bakışın sahibi olarak konumlandırılıyor. Bu durum, kadınların pasif ve erkeklerin aktif olarak gösterilmesine yol açıyor.

Sinema-tv dünyasının işleyişine hakim olmayanlar yani dünyanın çoğunluğu genelde ekranda gördüğü imajların senaryoda yazıldığı gibi ekrana yansıdığını düşünür. Yönetmenin görevini sadece diyalogların söylenme şeklini kontrol eden kişi olarak düşünebilir, ancak yönetmenin asıl görevi kamera açılarını kullanarak bizi filmin duygusuna çekmektir. Yani senaryoda yazan aynı diyalogları farklı yönetmenlerin seçtiği kamera açılarıyla komedi, korku ya da dram olarak algılamamız mümkün, film ve dizi izlerken hissettiğimiz duygular çoğu zaman senaryonun değil yönetmenin katkısıdır. O ne hissetmemizi isterse onu hisseder, olaya nereden bakmamızı işaret ederse oradan bakarız. O yüzden yönetmenler sektörde tanrısal bir güce sahip olarak görülür çünkü kitlelerin hayatı algılayışı ve anlamlandırışı gerçek anlamda bu insanların elindedir.
Sinemanın ve görsel anlatımın insan toplulukları üzerindeki etkisini anlatmama gerek yok elbette ama bu sektörü kim elinde tutuyorsa dünyanın en büyük gücüne sahip olduğunun altını çizmek istiyorum. Yani bu sistemin çatısı olan eril bakış açısı, aslında sadece cinsiyet rollerini değil toplumda güç sahibi olanı göstermeye yönelik bir propoganda sistemi olarak kullanılıyor.
Nina Menkes, eril bakış açısını derinlemesine incelediği belgeseli Brainwashed: Sex – Camera – Power’da erkek bakış açısının egemen olduğu sinema dünyasının tekniklerini şu şekilde açıklıyor : Bakış açısı, Çerçeveleme ve Parçalanmış Vücut Parçaları, Kamera Hareketi, Işıklandırma (3D'ye karşı 2D), Anlatı Konumu.
Sana bunların ne olduğunu kısa kliplerle hızlıca açıklıyorum şimdi, ama daha detaylı bilgi sahibi olmak istersen bu harika belgeseli izlemeni de şiddetle öneririm.
Kamera erkek bakış açısını temel olarak kabul eder ve kadın karaktere onların gözünden bakar. Özellikle klasik Hollywood sineması genellikle erkek karakterin kadın karaktere bakarken aldığı cinsel hazzı önceliklendiren bir perspektife sahiptir. Bu kamera kullanımı karakterleri avcı ve av olarak konumlandırmamıza sebep olur ve kadın olarak tüm hareketlerimizin her an izlendiğine dair bir dış göz geliştirmemize sebep olur.
İzlediğimiz filmlere dikkatlice bakmaya başlarsak kolaylıkla fark edeceğimiz şey kameranın genellikle bir kadın karakterin bütününe değil, parçalarına odaklandığıdır. Filmin hikayesinden bağımsız olarak göğüsleri, popoları, dudakları, göbekleri ayrı planlar olarak hepsi de mutlaka “seksi” diyecek şekilde çerçevelenir.
Kamera yine hikayeden bağımsız olarak kadınlara döndüğünde, sağdan sola ya da yukarıdan aşağı tarama ve ağır çekim gibi cinsel ya da nesneleştirici bir bakış açısına işaret edecek şekilde hareket eder. Mesela bu örnekte izlediğimiz sahnede yatakta yatmakta olan bir kadın görüyoruz, kadın karakterin bu sahnede ölmüş birini canlandırdığını düşünürsek kendisine uygun görülen kamera hareketinin bizden ne görmemizi istediğini düşündüğümüzde aslında hepimizin şoke olması gerekirken, ölü bir kadın bedenine erotik bir obje olarak bakmamızın sağlanması kasıtlı bir seçim elbette.
Işıklandırmanın gücünü fark etmek biraz daha zor olsa da Nina Menkes ışık konumunun kadınlar üzerinde nasıl gerçek dışı bir standart yarattığını anlatıyor. Erkekler kırışıklıklarını gösteren ya da karakterlerini aydınlatan bir ışıklandırma ile çekilebilirken, kadınlar güzelliklerini vurgulayacak şekilde ışıklandırılıyor. Menkes bu yöntemle kadınların ekranda “tek boyutlu” gözüktüğünü söylüyor. Bu yöntem aracılığıyla insanlığın yarısının yaşlanmasını karizmatik olarak kabul ederken diğer yarısını donmuş bir zamanda asılı kalmış bir güzellik anlayışına mahkum ediyoruz.
Tüm anlatılan bu tekniklerin kullanımıyla, kadın karakterin anlatıdaki konumu zayıflar, içi boşalır ve ekrandaki değeri kendine bakılabilmesiyle ölçülür. Öyle ki, kendine bakılması kadınlara atfedilen tek güç ve aynı zamanda en büyük zayıflıkları olur, bedenleri ise kendi hapishaneleri haline gelir.
Female Gaze (kadın bakışı)
Substance filmini tartıştığım bazı izleyicilerin filmi feminist bulmayışlarındaki en önemli detay, sinematografik olarak filmde Demi Moore karakterlerine yönetmenin merhametli bir bakış sağlamamış oluşu ve sonundaki kanlı zirve anlatımı konuyla bağlayamamış ve fazla bulmuş olmalarıydı.
Bana kalırsa tam olarak altını çizdikleri şey filmin neden feminist olduğunu açıklıyor. Yönetmenin Elisabeth’i filmin bolca gönderme yaptığı eski ve ünlü korku filmi karakterleriyle eş koştuğu (farklı olarak başka bir kadını değil kendisini yavaş yavaş öldürüyor), sert ışıklarla aydınlatıp tüm "kusurlarını" gösterdiği, canice katledildiği ve sonda dönüştüğü canavara bile daha yumuşak bir ışık ve hoş göstermeye çalışan bir lens ile yaklaştığı için kadınları “kötü” canavarı ise “iyi” gösteriyor olarak yorumluyor bu nedenle feminist olmadığı gibi bir sonuca varıyorlar. Ancak bu bakışı kötü gören anlayışın kendi kişisel beğenilerinden yola çıktığının farkında bile değilller.
Kadınların eril bakışın huzmesi altında görülmekten hoşlandığını düşündükleri, korku filmlerinde eline silah alıp katili yenen “güçlü” kadının kendi eril fantezilerinin bir uzantısı değil feminizm ikonu olduğunu düşünüyorlar. Ne demiştim yönetmen bize senaryoda yazılan hikayenin dışında ayrı bir hikaye daha anlatır ve bu hikayede yönetmen Sue karakterine tamamen eril bakış ile bakmamızı sağlayıp Elisabeth’e female gaze yani kadın bakışını yöneltiyor. Bir filmde her ikisini de görmemizi sağlayan bu anlatı dilinin yönetmenlik ödülü almamış olması İ NA NIL MAZ ama sistem böyle işliyor.
2016 yılında Female Gaze hakkında harika bir ders veren Joey Soloway, kadın bakışının düşünüldüğü gibi kadına karşı yapılan bakışın aynısını erkeğe çevirmek, ya da kadını güzel ve yenilmez göstermek olmadığını açıklıyor. Yani filmlerde kadın bakış açısıyla bakmak erkekleri nesneleştirmek, parçalara bölmek ve cinsel bir haz objesi olarak göstermek değil kadın karakterin kafasının içine girebildiğimiz, ne hissettiğini anladığımız, bakılmanın verdiği duyguları onunla beraber hissettiğimiz yere bizi götürmesi demek. (bkz.Fleabag)
Substance filminin bu sahnesini izleyip de kendisini hayatının bir yerinde aynı şekilde hissetmemiş olan bir kadın bulmak zor. Ancak bu sıkıntıyı hissetmekteki başarımız bunu yaşamış olmamızın yanında çekimin de bunu sağlayacak şekilde örülmüş olması. Makyaj yaparken kadrajın bir öne bir arkaya gidişindeki hareket kadınların, bakış açısı tekniğinde bahsettiğim kendine sürekli olarak kendi dışından bakmak zorunda hissedişini görselleştiriyor. Kendisine bembeyaz ve tüm detaylarını gösteren acımasız bir ışık altında bakarken aralara giren Sue karakterini eril bakış açısının teknikleriyle kafasının içinde gördüğünü anlayabiliyoruz. En sonunda tüm yüzüne saldırırken kameranın yakınlığı ve sesin boğukluğu da bizi tamamen karakterin bedeninin içine çekiyor. Elisabeth’i izlemiyor Elisabeth olmanın nasıl bir şey olduğunu hissediyoruz.
Buna bakıp her gün yaşadığımız dünyanın kadınlar için beden korkusu filmi olmadığını kim söyleyebilir? Vücudundaki belirlenmiş tüylerin sürekli kopartılması, tırnak etlerinin yolunması, renginin değiştirilmesi, yaşlanma belirtilerinin silinmesi, göğüslerinin yer çekimine karşı gelmesi, bacaklarının daha uzun gösterilmesi için ayaklarına işkence aleti giymesi, suratı yanlış yerlerden ışık aldığı için doğru yerlere gölge ve aydınlatıcı eklenmesi, her ay başına gelen en acı verici beden deneyimini yaşamıyormuş gibi davranması ve bu güzel gözükme çabası karşılığında taciz edilmeden geçirdiği her güne şükretmesi bana gerçek bir korku filmi gibi geliyor.
Bu filmi eril bakış açısıyla izleyen ve bu bakışın mahkumu olmuş kişilerin anlamadığı şey filmlerde görmek istediğimiz güçlü kadın karakterlerin erkeğin yarattığı sorun ve şiddeti kendi başına çözebilen, devrilmez ve kusursuz gözüken insanlar olması değil, erkek şiddetinin ve yarattığı ideallerin olmadığı ve kadının kendi uygun gördüğü kişi olabilmesi aslında. Bunun ne olduğunun bile bilinmiyor olması da bu bakışın yüzyıllardır tek doğru olarak bize sunulmuş olmasından. Ve bu standartların kırılması sadece kadınları değil erkekleri de özgürleştirecek ve kendilerini bulmalarına yarayacak bir kazanım olacaktır.
Kadın bakışının, kendini beğenen, olduğu gibi kabul eden ve eril bakışın standartlarına uymayan halini güzel bulan daha çok “canavara” ihtiyacı var. Bizi bir nesne olarak gören, vücudumuzu parçalara ayırmak isteyen, yaşlı olmadığımız sürece ölü halimizi bile erotize eden bu sistemin içinde tıkılmak istediğimiz tüm standartlara karşı koca bir katarsis geçirmemek elde değil. Ama uyarayım, bazı erkekler bu durumu gereksiz bulabilir.

Tıpkı Joey Soloway’in dediği gibi 100 yıldır izlediğimiz eril bakış açısı erkek, kadın hepimizi etkileyen standartlar uydurdu, beyin tesisatımızı sıfırlamak ve adil bir sistem yaratmak istiyorsak aslında 100 yıl boyunca sadece kadın bakış açısından anlatılan hikayelere yer vermeliyiz.
Düşüncesi bile imkansız gibi öyle değil mi?..
Bu yazıyı beğendiysen hem yukarıda hem de aşağıda bulunan kalp işaretine tıklayarak yazımın daha fazla insana ulaşmasını sağlayabilir ve beni çok mutlu edersin! Ayrıca beğenebileceğini düşündüğün diğer kişilerle paylaşarak bu platformun duyulması ve gelişmesine destek olabilir misin? Bunlardan birini ya da her ikisini de yapabilirsen katkına müteşekkir olurum. Bana her zaman yorumlar aracılığıyla, erturknil@gmail.com ile mail üzerinden ya da instagramda @nilerturk hesabından ulaşabilirsin.
O kadar güzel yazmışsın ki her cümleyi alıntılamak istedim. Keşke dersini versen de dinlesem diye hissettirdi ❤️❤️ bi kürsü istedi bu yazı
Detaylı bilgilendirici yazınız için teşekkür etmeliyim. Ben de filmin sonunu bir kurtuluş olarak yorumluyorum ve feminizm bağlamını buradan kuruyorum. Fakat bu kurtuluş ne yazıkki sadece kadınlara ait. Filmin bir çok yerinde aynı kadınlar gibi nesneleştirilmiş hayvan bedenlerine karşı körlük yaşandığını düşünüyorum. Öyle büyük bir körlük ki yönetmen/yazarın kendisi dahi hayvan sömürüsünü esgeçmiş. Ekofeminist çerçevede incelendiğinde sınıfta kalıyor film. Biz kadınlar feminizm hareketi derinleşirken türcülük yapmayı bırakmalıyız ki hareket daha anlamlı bir hale gelsin.