Kafandaki ideal kadın imajı nasıl?
Kendi aramızda bir araştırma yapsak, aşağı yukarı benzer zevkleri olan insanlar olarak burada toplandığımızı düşünüyorum, birbirine benzeyen şekilde mi tanımlardık bu kişiyi acaba? Yoksa herkesin kafasında bambaşka kadınlar mı yaşıyor kendi ideali olarak. Düşünsene bi’ o nasıl birisi, kaç yaşlarında, neler giyiyor, en iyi yaptığı şeyler neler, evi nasıl, arkadaşları kim, çalışıyor mu, nerelere gidiyor, zamanını nasıl geçiriyor, neler alıyor, anne mi, eş mi, kendi başına mı, kalabalık içinde yalnız mı, ıssız biri mi yoksa sosyal ve aktif mi? Her şeyi ne kadar da doğru yapıyor öyle değil mi, ya da yapmıyor belki ve çok da rahat. Aslında uzansak yakalayabileceğimiz bir yerde ama ulaşamadığımız bir balonun içinde uzaktan izlediğimiz birisi. Film çekip içine yerleştirecek olsak her şeyin nasıl gözüktüğünden emin olduğumuz bir yerde duran tanıdık, ama aslında yabancı biri.
Hayatlarımızda yaptığımız seçimlerde bu ideallerin bizi ne denli motive ettiğini merak ediyorum doğrusu. Bu ideal insana dönüşmeye çalışıyor muyuz yoksa sadece durarak kendimizi kötü hissetmemize sebep olan ulaşamadığımız bir özlem işlevi mi görüyor? Bıçağın her iki yüzü de ego temsiliyse egomuzu sağlıklı ya da sağlıksız şekilde kullanmamızda bu idealin etkisi ne?
Ben bunu biraz da anne olduktan sonra önemsemeye başladım sanırım. Liza’nın anılarında nasıl bir anne olarak hatırlanmak istiyorum ya da ben kendimi nasıl hatırlamak istiyorum dediğimde bir imaj beliriyor kafamda. Anne olmadan önce nasıl hatırlanacağımı hiç düşünmemiş olabilirim ama ondan sonrası sanki çok daha hayati önem taşımaya başladı. Altta yatan bir korku da sebep oluyor buna aslında, hayatım bugün ani bir şekilde son bulursa benden geriye ne hatırlanacak. Gerçekte olduğumu düşündüğüm kişi, kendimi yansıttığımla ne kadar doğru orantılı? İnsanlar gerçek anıları değil de o anılarda ne hissettiklerini hatırlamaya meyilli oluyorlarsa, benim hayatımda hissettiğim duygular karşıma nasıl yansıyor ve karşıda nasıl bir his bırakıyor? Sen kendi anneni nasıl hatırlıyorsun mesela?
Şimdi bu kısımda bu soruların bana göre cevaplarını vereceğimi düşünüyorsan yanılıyorsun çünkü bunları beraber düşünelim diye ortaya atıyorum sadece, çünkü ben düşünüyorum ve illa şu anda bir cevabı olmasını beklemiyorum. Sadece kafamın içi bu aralar nerelerde geziyor bir pencere açtım sana, belki sen de bana açarsın yorumlarınla.
"İnsan, anlam arayışında olduğu sürece, ideal bir varlık olma potansiyeline sahiptir."
Viktor Frankl
Bu kişinin potansiyel olarak havada durması iyidir diyor Viktor. Peki o halde, biz yolumuza bakalım. Konuya neden buradan girdim, en azından onu açıklayayım. Ben hayatımın bu döneminde hayatıma bu potansiyel kişinin gözünden bazı detaylar eklemeye çalışıyorum. Aslında son 6 senedir yaşamımda büyük metamorfozlar geçiriyorum. Kimisi hızlı kimisi yavaş olan bu deri dökme döneminde de hayatıma çok az şey ekledim diyebilirim. Daha çok bir arınma dönemiydi. Ve şimdi de bunun ardından, yeni bir şehre taşınmanın da etkisiyle dönüştüğüm yeni kişinin yeni ihtiyaçlarına göz atıyorum. Burada ihtiyaç demişken, bence ihtiyaç konusu kendi konu başlığını hak eden bir konu. İstek/İhtiyaç karşılaştırması yaptığımızda fazlasıyla öznel bir yerlere bakmaya başlıyoruz ama aynı zamanda toplumsal olarak bu terimlerin tanımı çoğu zaman bizim içimizde olanlarla çatışıyor. Yani diyelim ki siz çok sportif bir insansınız ve hayatınızda size bunu hatırlatan ve bunu yapmanızı artıracak bir takım hatırlatıcı eşyalara “ihtiyacınız” var. Ancak bunlar olmasa da spor yapmanız gayet olası elbette. O sebeple bu sizin kişisel olarak bir ihtiyacınız olsa da toplumsal olarak onsuz da yapabileceğiniz gerçeği sürekli önünüze fırlatıldığında onu istek kategorisine koyup, bunu hayatınızda istediğiniz için kendinizi suçlu hissederken buluyorsunuz bir anda. Çünkü bir başkası için aslında hiç de ihtiyaç olmayan bir şey sizin hayat gayeniz için elinizin altında olması gereken bir şey olabilir. Bu da bu iki terimin anlamını siyah beyazdan çıkartıp oldukça gri bir alana koyuyor aslında. Bu uzun parantezin ardından geleceğim yer de benim neyi ihtiyaç olarak gördüğümü anlamaya başlamamla ilgili.
Hayatımın son 6 yılını ülke değiştirme odağında geçirdim. Londra ilk teşebbüsümüz değildi yani. 2019 yılında covid dönemiyle beraber ters takla atan bir planın ardından bir gün nasıl olsa yine gideriz diyerek, hayatıma yeni hiç bir eşya sokmamaya başladım. Buna bir çerçeve asmak ya da eskiyen bir şeyi değiştirmek, ya da eksik olan bir ihtiyacı almak da dahil. Tam bir kısıtlamayla geçen ilk 3 yılın 2. yılı, bazı çerçeveleri asarak ya da sadece ikinci el olduğu için bir daha bulunmaz denen şeylerle bu oruç biraz bozulmaya başladı. Bu zihniyetimin sonunda Londra’ya taşındığımda ben kendimden inanılmaz bir canavar çıkacak diye bekliyordum açıkçası. Kendini yıllarca aç bırakmış bir hayvan gibi elime geçen her şeye sahip olmak ister miyim acaba dedim. Öyle olmadı… O kendi kendime getirdiğim kısıtlama dönemi aslında bana neyin ihtiyaç, neyin sahip olma arzusu olduğunu çok güzel öğretmiş bunu anladım. Geldiğim noktada benim hayatta işlevsel olabilmem için çevremin estetik ve tasarım odaklı olması en büyük ihtiyacım. Baktığım yerde bu özelliği taşımayan, bana görsel olarak keyif vermeyen, sadece işlevsel olup görüntüde bana estetik haz vermeyen hiç bir şeyin hayatımda olmasını istemiyorum. O sebeple Londra’ya taşınıp eşyalarımı teslim aldığımın 2. günü ilk siparişim bir mendil kutusu kılıfı oldu. Ondan çok daha önce halledilmesi gereken pek çok “ihtiyaç” elbette vardı ama benim kafamda burada yaşayan o kadının öncelikleri, dışardan bakan birisi için belki de oldukça mantıksızdı. Ama benim yapmak istediklerimi gerçekleştirmem, kendime yaklaşmam ve o kişiyi etrafıma yansıtabilmem için, mantıklı olmasa da sadece benim için anlamı olan bu eşyalara sahip olmak aslında beni harekete geçiren ve motive eden şeyler. Ve bu ihtiyaçlarla ilgili fark ettiğim bir diğer şey bunların gerçekten dürtüsel alışveriş odaklı olmadıkları. Neredeyse hepsi belki de son 10 yılda aklımın bir köşesinde hep duran, eksikliğini hissettiğim, gördüğüm her zaman hayatımda olmasını istediğim, uzun süreli bir isteğin sonuçlarıydı.
Mendil kutusunu, inci kabuğu şeklindeki tuz kasesi takip etti ve sonra yıllardır çözüm bulamadığım uykuya dalma sorunumu çözmesi için denediğim anda işe yarayacağını bildiğim bir yağ karışımı ve 12 yıldır instagramdan takip edip desenlerine aşık olduğum ve duvarlarımı kaplama hayali kurduğum eski bir Fransız kağıt baskı atölyesinin duvar kağıdı olmasa da defteriyle de o ilişkiyi kurabileceğimi düşünerek aldığım defter girdi hayatıma. En sevdiğim illüstratörlerden biri olan Willemien’in Original Duckhead şemsiyeleri ile olan işbirliğini 2 sene önce gördüğümde hissettiğim heyecanı hatırlıyorum mesela. Sonra kendisine aile portremizi çizdirebildiğimiz bir etkinlikte onunla tanışmamız da cabası. Londra’ya geldiğimden beri uzun yıllardır hayalini kurduğum bana fayda sağlayacak tasarım ürünlerine ulaşabiliyor olmak şu ana kadar bu şehirle ilgili en sevdiğim şey kesinlikle. Ve bana kendimi, ya da idealini kurduğum halimi hatırlatan bu eşyalara ulaşımımı kolaylaştırması diyebilirim. Türkiye’deyken de küçük tasarım markalarına ulaşımı kolaylaştıracak bir işletme kurmuş olmamı bu ihtiyaca bağlıyorum. Buraya gelmek benim için zordu çünkü sürdürülebilirlik odağında bir yaşam kurmayı önemserken, içinde olduğum moda sektörünün dünyayı ne kadar kirlettiğinin bilincinde olup, kendime bu izni vermek ve buradaki anlamı keşfetmek benim için zaman aldı. Çünkü hala en sevmediğim şey satın aldığımız şeyleri sürdürülebilirlik kılıfına uydurmaya çalışarak o sahip olma güdüsüne hizmet eden içeriklerle karşılaşmak. O sebeple istek/ihtiyaç ayrımını anlamak için kendimize vakit ayırmak ve bu tuzaklara düşmemek önemli diye düşünüyorum.

Yazımı sonlandırmadan önce bu şehirle ilgili en sevdiğim başka bir şeyden daha bahsedeyim, BOOKER ÖDÜLÜ ADAYLARI yazar okuma etkinliğine katılmak gibi tatlı ufak olasılıklar sağlaması. Bu sene aday gösterilen 6 yazarın tek tek kitaplarından paragraflar okuduğu ve kitapları üzerine sohbet ettiği bir ortamda bulunmak 2023 yılımın en özel anlarından biriydi. Kendi kendime neler yaşadığım bana kalsın ama içimde bir şeyleri hareket ettirdiği kesin. Bu seneki ödülün sahibi olan Paul Lynch’in Prophet Song kitabı benim de favorilerimdendi. Yazarın etkinlikte kendine ayrılan kısa sürede söyledikleriyle ne kadar dolu dolu ve etkileyici bir insan olduğunu düşünmüştüm. Diğer yazarların ondan daha eksik kalan bir tarafı olduğunu düşünmedim ama Paul Lynch’in bu kitap nezdinde yazarların kendileri aracılığıyla bazen söylenmesi gereken zor ve kötümser şeyleri, kendilerinden bağımsız olarak söyleme zorunluluğu hissetmesinin ağırlığından bahsedişi etkiledi beni sanırım. Tam olarak kelimelere böyle dökmedi ama söylediklerinden çıkardığım anlam, kendisi ve yaratımı arasında hem bir birlik olduğu hem de onunla kendisini ayrı iki varlık olarak görüyor olmasıydı. Bu da yaratan ve yaratılan arasındaki ilişkiyi düşünmemi sağladığı için ekstra dikkatimi çekmişti. Çoğu zaman yarattığı şeyden haz etmeyen ya da kafasının arkasında söylediklerinin ağırlığını hep azaltmaya çalışan birisi olarak beni kendine diğer yazarlara göre daha çok çekti galiba.
Umarım bugün bu yazıdan sen de, eğer hali hazırda yapmıyorsan, istek ve ihtiyaçlarını değerlendirip onları kendini ifade etmek için kullanmayı deneme isteğiyle ayrılırsın. Bir sonraki yazımda en son izlediğim bir kaç filmden bahsetmek istiyorum sana.
Görüşmek üzere,
Nil
Eğer bu yazıyı email kutundan okuduysan paylaşabileceğin websitesi linkini burada bulabilirsin. Ayrıca bana instagramda @nilerturk hesabından ve erturknil@gmail.com üzerinden ulaşabilirsin.
"Baktığım yerde estetik olarak bana hitap etmeyen hiçbir şeyi görmek istemiyorum", tabii senin cümlelerinle Nil, okumaya bayıldığım bi' cümle oldu. Ben de!
Estetik algının çok büyük genelinde olmadığı bir ülkede, özellikle de buna pek öncelik vermeyen bi' çevrede yaşayan biri olarak oh be dedim.
O kadar benzer noktalardan geçmişiz ki 😲 Milano’dan sevgiler 👋🏻☺️