Dobby'i Çağır
İşte sana Rick Rubin’in yaratıcılar için yazmış olduğu hayli popüler kitabı Creative Act’de bahsedilmeyen bir numara
Bir süredir yazar Elizabeth Gilbert’in 15 yıl önce yapmış olduğu Ted Talk’da (Ted Talk’lar sokaktaki herkes tarafından verilmez iken, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken) bahsettiği konuyu düşünüyorum. Sanırım kreatif bir iş yapan herkese okulun ilk gününde anlatılması gereken konu nedir dense ben oyumu bu videonun gösterilmesinden yana kullanırım. Ya da en azından burada anlatılan şeyin aktarılmasını isterim mutlaka. Videoyu izlenmesi için aşağıda paylaşacağım ama özetlemem gerekirse yaratıcı işler yapan insanların konulduğu kısıtlayıcı bir kutudan bahsediyor, özellikle bir başarı elde ettikten sonra sürekli o başarının gölgesiyle yarışır halde çoğu zaman yitip giden karanlık hayatlar yaşayanlar olarak biliniyor ya hani sanatçılar. Toplum olarak bu bakış açımızı değiştirirsek yaratıcılara ızdırapsız bir yaşam hakkı tanıma şansımız olduğundan bahsediyor. Bunu ise eski medeniyetlerde yaratıcı işin nasıl görüldüğüyle anlatıyor Gilbert.
Eski Yunan ve Romalı medeniyetlerinde sanatçılara gözle görülmeyen varlıklar tarafından ilham verildiğine inanılırmış, Yunanlılar buna daemon Romalılar ise genious adını verirmiş. Yani yaptıkları işin kalibresi insanların kendisine değil duyumsadıkları bu varlıklardan akan ilhamla ilişkilendirilirmiş. Fakat Rönesans ile bu genious (deha) dışardaki bir kaynak yerine kişilerin kendisine atfedilmeye başlanmış. Bu da narsizizmden tutun, delirmelere, kahrolmalara kadar sanatçıların işlerini kendi kişilikleriyle ayıramadıklarından ötürü ortaya çıkan ve yaşam şekillerini etkileyen zorluklara sebep olmaya başlamış. Peki bizler kırılgan egolarımız ve hassas zihinlerimizle bu dehalara tek başımıza sahip olduğumuzu ya da hiç olmadığımızı düşünmek yerine insan bedeninin elverişli olduğu fiziksel işi yapan taraf olsak ve bu dehanın arada sırada hayatımıza girip çıkan bir ziyaretçi olduğunu kabullensek işler çok daha kolay olmaz mı diyor… Bunun tüm toplum tarafından kabul edilen bir şey olması eminim çoğu sanatçının tortured artist egosundan sıyrılıp hayatından keyif alabilmesine yarayacaktır. Ya da benim ziyaretçi deham seninkinden daha yaratıcı gibi sidik yarışına da girilebilir, insanlığa inancım pek yok gibi. Ama en azından ben bu fikri bir süredir denemeye çalışıyorum ve ilginç bir şekilde sanki işe yarıyor gibi. Deha içeren şeyler yapabildiğimi düşündüğüm için söylemiyorum sadece hiçbir şey yapamadığını düşündüğün o anlarda yapabilme kabiliyetini odanın kenarında, Elizabeth Gilbert’ın benzetmesiyle Harry Potter’daki ev cini Dobby gibi bekleyen bir varlığa teslim etmek ve onu işe davet etmek akışa yardımcı oluyor gibi.
İşte sana Rick Rubin’in yaratıcılar için yazmış olduğu hayli popüler kitabı Creative Act’de bahsedilmeyen bir numara, Dobby’i çağır. Ya da en iyisi videoyu izle
Bu düştüğümüz dahilik tuzağına çoğu zaman hayatın başka alanlarında da farklı şekillerde düşmek mümkün. Örneğin kızımın benimle olan iletişimine dikkat ettiğimde beni ne kadar “tanrı” konumuna koyduğunu ve kendisini de evrenin merkezi olarak gördüğünü fark ediyorum. Daha önce birinin çocuğu olarak bildiğim hayatı artık bir ebeveyn gözünden yaşıyorum. Kızım, benim duyuş mesafemin uzağında olsa da onu her an duyabileceğime ya da sorduğu soruların hepsine cevap verme yetimin olduğuna gönülden inanıyor. Bunları yapamayacağımı söylemiş olsam bile, onun gerçekliğinde üstlendiğim rol gerçekten tanrısal. Hatta çoğu zaman ebeveynler tanrısallıktan çok uzak davranışlarda bulunsa da bu bakış açısını değiştirmek mümkün değilmiş gibi görünüyor. O sebeple kızımın kendi yaratılışını ölçtüğü numune benim onun için yarattığım dünya oluyor. Onun içine uyumlanabildiği ve orada onay alabildiği kadar yaşayabiliyor. Elbette büyüdükçe ebeveyne atfedilen bu tanrısal güç azalsa da aslında asla kaybolmuyor. Ebeveynlerin çoğu da bu sahip olduğu gücü kolay kolay bırakmak istemiyor. İnsan ne kadar büyürse büyüsün ne kadar başarı elde ederse etsin doğduğu andan itibaren kişisel tanrısı olan ebeveynini memnun etmeyen bir fikri ya da sadece bir beğenisi bile olsa, o ızdırap çeken, en büyük başarısı gerisinde kalmış sanatçı gibi bir burukluk hissediyor. Dahi olmak, mükemmel çocuk olmak, hatasız insan olmak bizlerin yaratıcı kimliğini ve yaşamı dolu dolu yaşamamızı bu sebeple engeliyor. Evrenin merkezi olmadığımızı kabul ettiğimizde kişisel tanrılarımızın, sahip olduğumuzu/olmadığımızı düşündüğümüz dehamızın bizi kapattığı odalardan çıkma şansımız oluyor.
Daha önce konusu açılmamış olan ama üzerinde konuşmayı istediğim Barbie filmine de bu gözle bakabileceğimizi dinlediğim bir podcast keşfettim geçenlerde. İsmi Seanstayız. Alanında donanımlı sohbeti pek keyifli iki kadın tarafından her bölümde bir film karakteri üzerinden psikolojik analiz yapılıyor. Ağzının suyu aktıysa benim gibi Barbie bölümünden başlayabilirsin. Orada da bahsedilen bu tanrısal olma, yani insan olmayan yani aslında yaşamayan çünkü ölümlü olmayan bir varlık olma ihtiyacımız yarattığımız dünyanın her yerinde gözlemlenebiliyor. Yaptığımız her şey ölümü engelleme, yaşamın akışını durdurabilme, sürekli mutlu olabilme, yaptığımız her şeyde en iyisi olabilme beklentileriyle dolu. Bunun insan olma deneyimiyle ne kadar zıt olduğunu biraz yaşamış olan herkes bilse de ömrümüz önce evrenin merkezi olarak başladığımız hayatımızda tanrılar tarafından sürekli bakılma sonra da kendimiz bir tanrı olma isteğiyle geçiyor.
Barbie filmini de bu Barbie Land denen kadınları kurtardıklarını sandıkları, her an mükemmel olan, acısız ve hayatsız hayali evrenden yola çıkarak insan olmanın getirdiği inişli çıkışlı yolları, yaş almayı, depresyona girmeyi, bunlara rağmen ama tanrı olmayı beklemeden ilham verebilmeyi kabul etme yolculuğu olarak görebiliriz.
Seni başta bahsettiğim videoyla uğurlamadan önce bir önceki yazımda bahsi geçen Tatlı Su Feministli podcastinin son bölümünde benim hikayemin olduğu bir bölüm yayınladığını da söylemek istedim. 2009 yılından beri içinde bulunduğum paylaşım dünyasındaki yolculuğumu anlattığım bu bölümde, Beste ile yaptığım şeyleri neden yapıyor olduğumu konuştuk. Dinlersen yorumlarını duymayı çok isterim.
Her zaman olduğu gibi Bu yazıyı beğendiysen hem yukarıda hem de aşağıda bulunan kalp işaretine tıklayarak ve beğenebileceğini düşündüğün diğer kişilerle paylaşarak bu platformun duyulması ve gelişmesine destek olabilirsin. Bunlardan birini ya da her ikisini de yapabilirsen mutlu olurum. Bana her zaman yorumlar aracılığıyla, erturknil@gmail.com ile mail üzerinden ya da instagramda @nilerturk hesabından ulaşabilirsin.
Şu an bana ne kadar iyi geldiğini anlatamam yazının ve videonun. Teşekkür ederim Nil. Gözyaşları içinde izledim.🌹
Nil Hanım merhaba; bunu ben de hep düşünüyorum lisansını okuduğum meslekteki başarımı creative işimde sürdüremem yaklayamam endişesi yıkıcı oluyor! Yakın zamanda izlediğim galliano belgesel filminde ve benzer nicelerinde gördüğümüz bu endişe insanları yok ediyor