Bir yolculuğa çıkmaya hazırlanan bir gezgin, tırmanmak istediği dağın eteğinde, o dağa tırmanıp geri gelen diğer gezginleri beklemiş. Sırayla hepsiyle konuşmuş; nasıl çıktın, nerelerden gittin, hava nasıldı diye onların tüm hikayelerini dinlemiş. Ve yaklaşık 30 kişinin aynı dağa tırmanma hikayesini dinledikten sonra yolculuğa çıkmaktan vaz geçmiş! Çünkü nasılsa diğerlerinin yaşadığı tüm deneyimleri öğrenmiş, başına gelebilecek türlü olasılığı hayal etmiş ve artık kendi yolu için heyecanı kalmamış
Yaşadığımız dönemi bundan daha iyi anlatan bir hikaye olamaz diye düşünüyorum. Elimizdeki telefonlar ve sosyal medya aracılığıyla o kadar fazla yaşam şekli ve deneyime maruz kalıyoruz ki, bu olasılıkların içinde kendimizi hiç bir şeye motive ya da denemek için hevesli bir ruh haline sokamıyoruz. Bir yerlerde o işin daha başarılı olanı yapılmış, o gezinin daha eğlencelisi yaşanmış, o fotoğrafın daha güzeli çekilmiş gibi hissediyoruz. Ben neden başlayayım, kendime ait olanı bulana kadar burada bekleyeceğim, diyerek hayatın önümüzden gerçek anlamda akıp gitmesini izliyoruz. Belki sürecimizin bir parçası zaten bu ama ben yine de teknolojik gelişmelerle daha önceki jenerasyonların maruz kalmadığı yepyeni sosyolojik sorunları da hayat döngümüze eklediğimizi düşünüyorum.
20'li yaşlarının en azından bir kısmını sosyal medya olmadan yaşayan son jenerasyona aidim (o günlerde burada olanlara selam) ve o zaman hissettiğim coşku ve yola çıkma heyecanını bu 'bilinmezliğe' borçlu olduğumu biliyorum. Şimdi ise bilinmez her şey için çekilmiş bir video her gün internet sularına atılıyor.
Ben ise son 10 yılda üzerimize saçılan seçenek/olasılık/deneyim konfetisinin içinde boğulup öldüğümü hissedenlerdenim. Son 3 yılımı da öldüğümü kabul edip, cenazemi kaldırıp yeraltı dünyasına taşınmakla geçirdim. Ve artık sanırım hayatı özledim...
Hayatı hafife almayı, yeniden başlamayı, büyük anlamlar yüklemeden kafamda olan biten hakkında konuşabilmeyi özledim. Blogumu ilk yazdığım dönemde ve bunun bir işe dönüştüğü zamanlar kendimi tek bir kategoriye ait hissedememek beni çok üzerdi. Ve bu bakış açısı beni sadece moda hakkında özelleşmeye doğru itti. Halbuki blogumun ilk başlarında üzerinde yazdığım pek çok farklı konu vardı. İnsanlar bana baktığında bir şey görmeliydi; sahiplendiğim bir "amaç" olmalıydı. Yani çocuktan bahsedersen anne blogger, modadan bahsedersen moda bloggerı, teknoloji anlatırsan iş hayatı bloggerı oluyorsun. Bir prizmanın tek bir yüzeyine sıkıca yapışman, bir insan değil bir marka olman bekleniyor. Yani giyinip, teknoloji haberleri okuyan ve annelik yapan biri hayat akışında normalken, dijital dünyanın kafasını karıştırıyor tektipleştiremediği için canı sıkılıyor sanki. Medya araçları senin yerine kitlenin kim olduğuna karar veriyor ve seni tek bir kutuya hapsedip o kutunun dışına çıkmamanı istiyor. Sonra gün geliyor senden alabileceği her şeyi almış bir şekilde bir sonraki kişiyi tanımlamaya geçiyor.
Bir zamanlar en çok istediğim şeyin bugün kendim için en fazla istemediğim şeye dönüşmesi manidar bir olgunluk. Ben burada izlediğim bir filmden, değişen vücudumla yaptığım moda seçimlerinden, yolculuklarımdan ve bir muz hakkındaki düşüncelerimden bahsetmek istiyorum. Hepsini birlikte yapmak istiyorum ve bunu yaparken bir marka olmak istemiyorum, hiç bir şeyi önceden belirlenmiş bir kitleye pazarlamak istemiyorum!
Hayatı hafife almaktan bahsedip, buradan Sartre'ın bir konuşmasına bağlamak ne kadar ironik(!) olsa da hayatın sunduğu bunca seçeneğe rağmen kendimi tam da aşağıdaki videoda bahsedildiği gibi bir durumda bulduğumda bu işin dijitalleşmeyle ilgili değil oldum olası var olan bir kimlik sorunu olduğu fark ettim.
Öyle geliyor ki bu durum hayatın belli bir dönemine gelmiş herkes için geçerli. Blogger, esnaf, mimar, avukat ya da reklamcı. Belli bir kariyer edinip, anne/baba olup, arkadaş çevresi ve toplumun beklentileriyle o kadar sıkıştırılıyoruz ki, başka bir şeyler yapabilme seçeneğimiz elimizden alınmış gibi hissedip ciddiyet dolu bireylere dönüşüyoruz. Yola çıkma heyecanımızı kaybedip var olanı izlemeye geçiyoruz.
O yüzden ben, bana taze başlangıç hissi veren ilk bildiğim şeye, yazı paylaşmaya geri dönüyorum. Kendimi pazarlamacı gibi hissettirmeyen, rakamlarla değerimi ölçmeyen, üretme sıklığıma karar vermeyen kendi alanımı kucaklıyorum.
Bundan sonra bu alanda bana ilham veren pek çok formattaki içeriği biriktireceğim. Yani masaya patates kızartması, salata ve şarap koyup akşam yemeği hazır diyeceğim. Bu menünün gelen kutularınızda belirmesini isterseniz aşağıdaki kutucuğa email adresinizi bırakmanız yeterli.
Bende o yolculuğa çıkanlardanım. Ve 1980 doğumlu olarak arada kalmış jenerasyon diyorum bu tarihlerde doğanlara. Hiç bir zaman hakkını vererek bir blog yazamadım hep araya bir şeyler girdi. Fotoğraf çekmeyi çok sevsemde artık gerçeği yansıtmayan paylaşılan fotoğraflar, hiç bir doğru düzgün bilgi vermeyen meşhur platformlar sayesinde okumayı unuttuk. Ve ben çok yakında en sevdiğim hobim saatlerle ilgili insanlara bilgi verecek ve kendimi eğlendirerek her şeyi bu platformdan yazacağım İnşallah. Eskisi gibi bir heyecan var nedense.
Blog zamanlarından bu yana takipteyim. Özgün içeriklerinin, kaleminin hayranıyım. Kendi alanını yaratıp sosyal medyanın büyüsünden sıtkı sıyrılmış bizlerle bu kıymetli alanı paylaşıyor olmana teşekkür ediyorum. Keyifle okuyacağım, eşlik edeceğim ♥️